Her zamankinin aksine bu haftaki yazımı beş gün önceden yazıyorum. Yarın yolcuyum. Avrupa Konseyinde bir toplantı var.
Ama önemli olan Konsey değil. Yurt dışına, birisini ilk defa görmeye gidiyorum ve şu 54 yaşımda, çok önemsediği biriyle tanışacak on yedi yaşındaki yeniyetme gibiyim…
* * * * * *
Ben de, herkes gibi, onun adını çok duymuşum…
Ben de onun, kendini “Türk Milliyetçisi” sanan bir faşistin kurşunu yüzünden yaşadıklarını tâ içimde duymaktayım; sağlam on bilim adamının üretemeyeceklerini bir iskemleden üretmesini hayran hayran izlemekteyim…
Ben de onun, eğer Hakiki Bir İstanbul Efendisi olmasaydı kemal-i âfiyetle çekecek olduğu, ama benim gibi İzmir bıçkını olmadığı için çekmediği “Hastirin ulan!”ları ağzından her bi harf çıkışında katmeriyle, ama başka türlü söyleyivermesine her daim mest olmuşum…
Ben de onun, üstelik emekli olduktan sonra, 12 Eylül’ün geri zekâlı faşizmi tarafından 1402’yle görevden alınması saçmalığına, çok afedersiniz, ta oramla gülmüşüm…
* * * * * *
O gün, !982 sonu olmalı çünkü üniversiteden atıldığımın bikaç hafta sonrası oluyor, bir dinledim, telefonda o.
Sesini duyunca hem sanki daha önce kaç kereler konuşmuşuz gibi, hem de tabii çok şaşırmışım. Adını söyleyip lafa aynen şöyle giriyor:
“Baskın, kardeşim, nasılsın!”
“Çok iyiyim ağabey, hürmetler ederim, asıl siz nasılsınız?”
“Sağ ol kardeşim! Bomba gibiyim! Bunların nasıl rezil olduklarını gördükçe daha da iyi oluyorum! Kuşkusuzdur daha da beter olacakları. Neyse. Dinle şimdi. Emekli olunca bir sürü ikramiye verdiler. Birkaç güne kadar avukatım sana bir havale gönderecek”.
“Havale mi, ne havalesi ağabey?”
“Kızımızın [o sırada 11 yaşında olan kızım Sırma’yı söylüyor, ama benim ilkokulda kızım olduğunu nereden biliyor?], kızımızın eğitim masrafları için, karşılamaz ama, sana elli bin lira gönderecek avukatım”.
“Ağabey, ne diyeceğimi bilemiyorum. Ben Fransızca ders vereceğim, para kazanıyorum, kazanacağım, lütfen göndermeyin…”
“Baskın kardeşim! Ben bu ufak tutarı sana, ağabeylik hukukunun bana verdiği yetkiye dayanarak gönderiyorum! Bu hukuk, sana hiçbir itiraz imkanı tanımaz! Lütfen bunu artık konuşmayalım! Anlat bakalım, şu sıralarda neler okumakla ve yazmakla meşgulsün!”
Şimdi hatırlamıyorum; o zaman feodalizmin kimi inceliklerine bugünkü kadar hayran mıydım, değil miydim; fakat nutkum tutuluyor. Buna hiçbir cevap vermek mümkün değil. Bişeyler söylüyorum, ağzıma tıkıyor. Başka bişey demeye çalışıyorum:
“Sevgili Ağabeyim, lütfen bir saniye dinle. Mademki böyle bir hukuk var, bu hukuku başkalarına da uygulayabilmen için lütfen bunu bir borç telakki etmeme izin ver. Kendime gelince geri vereyim, sen de aynen böyle başkalarına ver…”
Konuşturtmuyor ki… Feodalizmin bir anlamı buysa, bir anlamı da büyükler (ve büyüklük) karşısında sesini kesmek ve boynunu bükmek…
Susuyorum. Sadece, içlerim dolusu teşekkür etme hakkımı kullanmama izin veriyor…
* * * * * *
Yıllar boyunca telefonla konuşuyoruz zaman zaman. Bana hangi dersleri nasıl verdiğini anlatıyor. Hangi saatte iskemlesinden doğrulup hangi jimnastikleri yaptığını naklediyor. Kimlerin gelip gittiğini dinliyorum. Bir hac mahallinden haberler alır gibi…
* * * * * *
O elli bin lira, aynen onun ideolojisi gibi, çok doğurgan çıkacak.
Bikaç ay içinde, her akşamüstü, evden eve gidip, pabuç çıkarıp terlik giyerek, çay içip kurabiye yiyerek 11-12 yaşındaki öğrencilere Fransızca dersleri vermeye başlayınca, benim türümden adamın masrafı ne olacak, biraz da Nesrin Ablamın yardımıyla ayaklarımın üzerine dikiliyorum ve o elli bin lirayı ODTÜ’den matematikçi, yine 1402’lik Doç. Nazif Tepedelenlioğlu’na veriyorum (bu dünyayı bikaç ay önce terk etti Nazif…).
Nazif, elli bini Amerika’da hocalık yapmaya giderken uçak parası yapıyor. Bikaç ay sonra kendisinden mektup alıyorum. Parayı dolar olarak bankaya koymuş. Geri yolluyor.
Aynı para, üstelik artmış olarak, yine Mülkiye’den 1402’yle atılmış Doç. Alaeddin Şenel’e veriliyor. Bir süre sonra o da yine artmış olarak geri veriyor. Artması çok önemli, çünkü artık Türkiye enflasyonla tanışmış vaziyette.
Bende bellek aramamak lazım. Parayı birine daha veriyorum, o da bir süre sonra toparlanıp geri veriyor.
Arkasından, 12 Eylül faşizmi dört arkadaşımızı içeri atıyor; aynı para onlara gidiyor, içeriye.
Her seferinde de, artık yurt dışında hocalık yapmakta olan O’na telefonla bilgi iletiyorum:
“Abicim, para şu kadar oldu, şimdi başına şu şu gelen şu arkadaşımızda…”
“Sağ ol, Baskın kardeşim!” diyor…
* * * * * *
İşte yarın sabah, Onunla tanışmaya gidiyorum…
Strasbourg işi kesinleşir kesinleşmez telefon ettim:
“Abicim, seninle en sonunda tanışacağız. Çok seviniyorum. Sana buradan eşimle neler getirelim, lütfen söyle, beni çok mutlu edersin”.
“Baskın kardeşim! Sen gel, sevgili eşin gelsin, başka bişey istemem. Ama, Mümtaz Soysal’ın Bilgi Yayınevinden çıkan derleme günlük yazıları var, o kitapları getirirsen yeter de artar bile!”
“Ağabey, ne olur söyle, çok mutlu olacağım. Neler getireyim başka? Rakı getireyim?”
“Başka hiç bişey istemem. Yalnız, biliyorsun, kitaplar kırışmış-bükülmüş falan olmasın! Oteline varacaksın, yerleştikten sonra beni arayacaksın, bana geleceksiniz, hep birlikte evimin çok yakınındaki, mutena dostlarımı götürdüğüm şirin lokantaya şarap içmeye götüreceğim ikinizi. Fransa’da şarap içilir!”
“Abicim, biz seni alıp götürmeyi düşünmüştük, lütfen izin ver”.
Ne mümkün? Bir kere daha, her defa, ağabeylik hukukunun ona verdiği yetki’yi, o bitmez tükenmez yetkiyi kullanıyor…
Yarın akşam, 13 Haziran Pazar akşamı, vakt-i kerahette buluşup yemek yiyip, şarap içeceğiz.
Ama bu defa hukuk falan dinlemedim. Server ağabeyime bir paket kitabın yanısıra biraz beyaz peynir, Hacıbaba’dan biraz su böreği, yine hayatta yüzünü görmeden telefondan tanıdığı Remzi İnanç’tan Diyarbakır örgü peyniri, Şerafettin Turan Hocadan imzalı kitap falan da götürüyorum.
Çok mutlu, çok heyecanlıyım…