Baskın Oran

Babanın anlamı

Bizim kuşak onu 1964’te, Ankara Hukuk Fakültesi’ndeki açık oturumla  tanıdı.

O tarihte, ol mahalde, biraz utangaç, biraz heyecanlı, ama kanıyla canıyla karşımıza çıkmıştı ilk kez. Genç sayılırdı. Enerjikti. Başarılı bir genel müdürlük geçmişi vardı. Kaşarlanmış Adalet Partililere alternatif olarak beliriyordu. Hem Batılı eğitim almıştı, hem de “Çoban Sülü” olarak halkın gereksinmelerini biliyordu.

Başbakan olup da kendine güveni geldikten sonra, ilginç söz ve davranışları görüldü.  “Dün dündür, bugün bugündür” diye  olağanüstü bir kayganlık sergilerken, “Bana, ‘Milliyetçiler cinayet işliyor’ dedirtemezsiniz” diye olağanüstü katı da olabiliyordu.

12 Mart geldi. Darbeye baş eğdi, cuntayla işbirliği yaptı ama, koskoca  İsmet Paşa “Aman, daha kötüsü olabilir” ilkesiyle hareket ettikten sonra, onu suçlamak tuhaf olurdu. Zaten, daha önceki söz ve davranışları konusunda da fazla katı davranmamak gerekirdi. Ne de olsa oy tabanı belliydi ve seçim diye bişey olduğu sürece, onlara fazla ters düşemezdi. Belki, belki, Milliyetçi Cephe’leri bile böyle hoşgörmeye çalışmak mümkün olabilir miydi?

Sonra, 12 Eylül geldi.  Bu seferki darbe onu zemzemle yıkamakla kalmadı, yüceltti. Gökkuşağının altından geçirdi. Demokrasiye  dönüş sürecinde yepyeni bir kimlik kazanmıştı. Hem faşizmin gadrine uğrayarak büyük deneyim sahibi olmuşluğu vardı, hem de “Ben çok değiştim” anlamına gelecek çok şey yapıyor ve söylüyordu. Bizler de inanmaya o kadar muhtaçtık ki…

Değiştiğini, başbakan olur olmaz “Kürt realitesini” tanımasıyla gösterdi.

Ama,  orada da kaldı. “Bundan sonra neler değişecek?” diye soran yabancı gazeteciye, “Heç bişey kardaşım, heç bişey!” dedi. Kürt sorununu böylece özetlemeye de devam etti.

Belki bunu da anlamak mümkündü. Üniter devlet geleneği içinde yetişmiş bir Orta Anadolulu Türk köylü kökeni vardı. Ayrıca, gene seçim endişesi vardı. Bu işlerin bu yaşta kabul edilmesinin zorluğu vardı. PKK’nın kantarın topuzunu kaçırdığı gerçeği vardı.

Ama, galiba başka konularda başka şeyler de vardı.

Kürt sorununa kafiye tutturan din konusundaki tutumu vardı. İftiharla söylediğine göre, her sabah Çankaya’nın balkonuna çıkıp, kahvaltıdan önce “Vatanın milletin birlik ve beraberliği” için  yalvardıktan sonra,   “Rahmet yağdır yarabbim, tarlaların çok ihtiyacı var” diye dua ediyordu.

Tayyip Erdoğan, en zor zamanında kendisine arka çıkanı utandırmadı. Taksim’e yapılması kararlaştırılan caminin temelini onunla birlikte atacaklarını açıkladı.  Anlattığına göre, “Kendim için bişey istiyosam namerdim” deyip şimdi o yüce makamda oturan kişi, Taksim’e cami temeli atmanın kaç zamandır  bir-iki hayalinden biri olduğunu kendisine açıklamıştı. Zaten, “Şeriat insanı yüceltmeyi amaçlar” diye Anayasa Mahkemesi’ne karşı bildiri yayımlayan 39 DYP milletvekili için “Laik devlete karşıyız demiyorlar ki, oraya çok dikkat edin!” demesi de  aynı tutarlı çizgiyi gösteriyordu.

Tutarlılık, elhak!  Ama, onun iddiası  bu değildi ki.

Tersine, “Değiştim!” diye bir iddiası vardı.

“Tutarlılık”ının “değişme”sine ağır bastığı, 6 Mayıs 1994’teki Aydınlık mülakatında Deniz’lerin idamına “Yanlış diyemiyorum” demesiyle iyice ortaya çıktı.  Bir zamanlar “Ben her akşam eve gelip bu koltuğa otururum ve pazarları ve tatiller dahil kravatımla otururum” demiş bir başbakanın cumhurbaşkanlığında artık şort, tişört ve kasketle resim çektirmeye başlaması, değiştiğini yeterince kanıtlamak için yetersiz kalıyordu.

O “tutarlı” kişi, artık seçim endişesi, vs. vs. sorunlarının olmadığı bir zamanda, geçenlerde, İhsan Doğramacı’nın bulunduğu bir törende:

“Abide adam! Ona heykeller yetmez!”  dedi.

Biz de ona, “Baba” demiştik.

Haklıydık. Anamızın kocasına başka bişey demek de ayıp olurdu herhalde.

Önceki Yazı
Sonraki Yazı