Baskın Oran

1-2 Yahudileri, Müslümanları ve Ermenileriyle Kutsal Kudüs | Agos ve Birgün Yazı Dizisi

YAHUDİLERİ, MÜSLÜMANLARI, ERMENİLERİYLE
KUTSAL KUDÜS

Baskın Oran
Notları tutan: Feyhan Görgün
Tarih: 23.06.2006

Ramallah’taki Filistin Birzeit Üniversitesinde “Türkiye’de Din-Devlet İlişkileri ve Toplumsal Dönüşüm” bildirimi verdikten sonra, Feyhan’la birlikte, ömür boyu fevkalade merak edegeldiğim Kudüs’e geçtik. Bugüne kadar görememiştim, çünkü Filistin devleti kurulmadan İsrail’e gitmeyeceğime dair kendi kendime söz vermiştim. Bu sefer davet Filistinlilerden gelince nihayet görebileceğim.

İki kentin arası taksiyle yarım saat. Fakat “sınır” geçmek gerektiği için daha uzun sürüyor. İsrail devleti ile Filistin Ulusal Otoritesi sınırı. Bu ikisinin arasına İsrail devleti Berlin Duvarından çok daha yüksek, en az 6-7 metre boyunda devasa bir duvar çekmiş, yolları değiştirmiş, sınır kapısı koymuş (Bak-1).

Hatta, pasaport vs. denetiminden sonra kapıdan geçmişiz, zaten yol tarla gibi berbat, içimiz dışımıza çıkıyor, yaklaşık 300 metre sonra genç bir asker tepeden bir tavırla tekrar durdurdu, pasaport sordu. Genç taksi şoförünün lahavleden başka şeyler de çektiğini tahmin edebilirsiniz.

Ramallah tam bir Filistinli kentiydi. Ekonomik durumun kötüleşmesiyle, eskiden epey sayıda olan Hıristiyanları göç etmiş, yüzde 10’a düşmüş bir Müslüman kenti. Ortada gözüken Yahudisi hiç yoktu. Yahudiler, öbekler halinde kenti çepeçevre kuşatan ve içinden geçmenin yasak olduğu modern Yahudi Yerleşim Bölgelerinde oturdukları için hiç gözükmüyorlardı.

Kudüs öyle değil. Burada özel olarak gözükmeye çalışıyorlar sanki. Kentin ve özellikle de onun en doğu ucundaki Eski Şehir’in silme Yahudi gözükmesine özel önem veriliyor gibi. Çünkü bütün olay, Kudüs’ün yüzde 95’ini kaplayan ve sırf Yahudi olan yeni mahallelerde değil, yüzde 5 bile tutmayan Eski Şehir’de başlayıp bitiyor ve bu şehir de bal gibi Arap dokusu taşıyor. Müslüman ve Hıristiyan Arabıyla, Arap dokusu.

Kippalar ve Zülüfler ve Püsküller

Bunun için olmalı ki; Kudüs’te her ama her Yahudi’nin, bebeğinden çocuğuna, gencinden ihtiyarına, normalinden bağnazına hepsinin tepesinde, üniforma gibi, o avuç içi kadar takke yani kippa yer alıyor (Bak-2). Yahudiler, 1967’deki Altı Gün Savaşında Ürdün’den tamamını zaptettikleri Eski Şehir’in Yahudiliğini bu kippalarla tescil ediyorlar.

Tabii; Allahın sıcağında siyah kravatlı, siyah redingotlu, siyah yelekli, siyah geniş şapkalı, başının iki yanından sarkan zülüfleri omzuna vuran, bellerinin iki yanından püsküller sarkan (bu dört noktadan tutularak göğe alınmaları söz konusu), hatta alınlarında içinde kutsal yazı bulunan bir “kutu” taşıyan (Bak-3) koyu dindarları hiç saymıyorum. Onlar da her tarafta ve mebzul miktarda ama, onlar olmasa bile kippalar yeter. Kanuni’nin 1536’da yaptırdığı surlar içinde apayrı bir dünya olan Eski Şehir’de Yahudiliğe vurguyu gözünüzle görüyor, burnunuzla kokluyor, elinizle tutuyorsunuz.

Bu kippalardan ve şapkalardan ve zülüflerden ve saireden neden bu kadar rahatsız oldum ben? New York Manhattan’daki Elmas Çarşısı’nda da metrekareye dört tane düşüyordu bunlardan da, orada niye hiç rahatsızlık duymadım hatta sempati duydum?

Galiba çok basit: Bu koyu dindar ve koyu dindarlıklarını göstermeyi çok önemseyen Yahudiler New York’ta azınlıkta idiler; burada ise çoğunluk. Hem de, Menderes’in Demokrat Parti döneminde geçen çocukluğumun ünlü deyimiyle, Kâhir Ekseriyet. Kahredici, ezici çoğunluk.

Allah hiçbir azınlığı azınlıkta da bırakmasın, çoğunluk da yapmasın. Amin.

Ağlama Duvarı

Yahudiler buna katiyen böyle demiyor; “Batı Duvarı” diyor. Kral/Hz. Davut’un oğlu Süleyman’ın İ.Ö. 961’de yaptırdığı “Birinci Tapınak”ın İ.Ö. 586’daki Babil işgalinde yıkılmasından sonra onun yerine yapılan ve isyan üzerine Romalıların İ.S. 70’de yaktığı ve yıktığı “İkinci Tapınak”ın tek ayakta kalan duvarı, batı duvarı. Yahudi Kudüs!  (Bak-4)

Uzun uzun anlatmaya gerek yok. Burası Yahudi dünyasının en kutsal yeri. Mekke’ye döner gibi buraya dönüyorlar. Çocukların ergenlik töreni burada yapılıyor. Duvar oyuklarına kağıtlar sokuşturuluyor. Ben bizzat bakmayı unuttum ama, burada bir faks var ve dünyanın her tarafından Yahudiler faks yolluyorlar, oyuğa sokuşturulsun diye.

Aynen İslam’daki gibi, Yahudilikte de haremlik-selamlık var. Ağlama Duvarına kadınlar sağdan ayrı bir yerden giriyor, erkekler soldan ayrı bir yerden. Kadınların örtünmesine gerek yok, erkeklerin başına kippa takması lazım; girişte kartondan kippalar var. Bir tane ben de aldım taktım. Kayıyor da mübarek; tokalarla tutturuyorlar.

Soldaki erkek girişinin hemen yanında bir tünel bulunuyor; buraya yalnız erkekler girebiliyor. Ağlama Duvarının aslında toprağın çok daha derinliklerine indiğini buradaki üstü cam kaplı kuyulardan görebiliyorsunuz. Daha da dindar olan Yahudiler sabahtan akşama akşamdan sabaha buradalar; zaten burası yirmi dört saat açık. Bunlar alınlarına birer kutu bağlamışlar, içindeki kutsal yazılar beyne iyice yakın olsun diye. Kalbe yakın olsun diye de kollarında yılan gibi deri sargılar var ve bu kolu kalp üstünde tutuyorlar, öne arkaya sallanarak sürekli dua ediyorlar. (Bak-5).

Kudüs’ün Dört Mahallesi

Ağlama Duvarının hemen yukarısında, Müslümanlığın Mekke ve Medine’den sonra en kutsal yeri var: Çok geniş ve büyük oranda meydanlık bir alan olan Haremü’ş-Şerif. Ama oraya çıkmazdan önce en başa dönelim. Kudüs’ün mahallelerini kuşbakışı görelim (Bak-6) ve sonra da, Mülkiye’den eski öğrencimiz Müsteşar Mehmet Kemal Bozay’ın bize rehber olarak kattığı, İstanbul’dan daha çocukken geldiği halde Türkçeyi hiç aksansız konuşan 1943 doğumlu Şolomo Beyin eşliğinde bu mahalleleri dolaşalım (Bak-7).

7000 yıldır insan yaşamakta olan Eski Şehir’in yedi kapısı var. En büyüğü, en batıdaki Yafa Kapısı, çünkü Alman İmparatoru Wilhelm geldiğinde rahat girsin diye yıkıp genişletmişler. Oradan girin, hemen sola yani kuzeye dönün, Hıristiyan Mahallesi. Kapıdan hemen sağa yani güneye dönerseniz, Ermeni Mahallesi. Oradan ileriye yani doğuya ilerlerseniz 16. yüzyılda kurulmuş Yahudi Mahallesine, oradan sola yani kuzeye dönerseniz en geniş mahalle olan Müslüman Mahallesine girersiniz. Yahudi ile Müslüman mahallelerinin doğu sınırı, Ağlama Duvarı. Duvarın yukarısı, dediğim gibi, Haremü’ş-Şerif.

Hz. İsa’nın Çile Yolu ve Mezarı

Hıristiyanlık Müslümanlıktan önce geldiğine göre, Hıristiyan Mahallesine önce girelim. Buranın kalbi Via Dolorosa yani Feyhan’ın tercümesiyle Çile Yolu ve onun sonundaki Kutsal Türbe (Saint Sepulcre) Kilisesi. Burası Hıristiyanlığın en kutsal yeri. Hz. İsa, sırtında biraz sonra çakılacağı haçı yüklenmiş vaziyette bu yoldan oraya doğru tırmanıyor. Yol üzerinde on dört noktada durup dinlenmek zorunda kalıyor. Kimisinde de yığılıp kaldığı bu mola yerleri Romen rakamlarla numaralanmış ve buralara küçük şapelimsi yerler yapılmış.

Son yıkıldığı beş nokta, bugünkü kilise alanı dahilinde. Giriyorsunuz (Bak-8), hemen karşınızda yerde mezar gibi bir mermer, kadınlar diz çökmüş, bir yandan yüzlerini gözlerini bir yandan da çantalarında getirdikleri çamaşırları ve kumaşları sürüyorlar. Bu mermer, Hz. İsa’nın biraz ötede gerildiği çarmıhtan indirildiğinde yıkandığı yer (Bak-9).

Yine biraz ötede ufak bir şapel var: İsa’nın mezarı (Bak-10). Bir zamanlar mağara imiş. Az ötede, göğe yükseldiği yer. Bütün bunlar, Haçlılar tarafından inşa edilmiş devasa, çok katlı Kutsal Türbe Kilisesi içinde.

Burayı Ermeni, Katolik (Fransisken) ve Rum Ortodoks papazlar yönetiyor; yani, Osmanlı’nın tanıdığı başlıca üç Hıristiyan mezhebi. Ayrıca Kopt (Kıptî), Süryani ve Habeş cemaatleri de ispat-ı vücut eylemek için sırayla gelip gelip ortalığı tütsülüyorlar. Tütsüleme faaliyeti sırasında (Bak-11) bir anlığına durdurulan ziyaret hemen sonra yine devam ediyor; bir papaz sizi küçücük mezardan içeri dörder veya beşer alıyor.

Fatiha bilir misiniz?

Eski Şehir’in bütün doğusu ve kuzeydoğusu, yani yaklaşık yarısı Müslüman Mahallesi. Mahallenin doğusunda, yukarıda sözünü ettiğim geniş kutsal alan yani Haremü’ş-Şerif yer alıyor.

Burada iki önemli kutsal yapı var. Birincisi, Yahudiler ve Hıristiyanlar için de kutsal olan Kubbetü’s-Sahra. 691’de Halife Abdülmelik inşa ettirmiş. Pırıl pırıl parlayan altın yaldızlı kurşun kubbesi kentin her yerinden en çok göze çarpan yer (Bak-12) . Bir kutsal kayanın (“Sahra”) üstünü örtüyor. O kaya ki Hz. İbrahim üstünde oğlunu kesiyordu, Hz. Muhammet de göğe çıkarken buraya bastı. Sakalının kılı, ayağının izi, o çıkarken kayayı tutan Hz. Cebrail’in el izi burada. Çok kimse burayı Mescid-i Aksa sanır. Oysa buradaki ikinci kutsal yapı olan, 701’de inşa edilmiş Mescid-i Aksa hemen ötede, biraz aşağıdadır ve o kadar göze çarpmaz. Anlamı: “uzak yer camii”dir. Hz. Muhammet’in Kudüs seyahatinde ulaştığı “(Mekke’den) en uzak nokta” anlamında. İslam’ın, Mekke ve Medine’den sonra üçüncü en kutsal yeri.

Bunları ansiklopedilerden biliyoruz, şimdi de göreceğiz. Ama yine biliyoruz ki, Hıristiyan ve Yahudi kutsal yerlerinin herkese açık olmasına karşılık buraya yalnızca Müslümanları alıyorlar. Feyhan yanında başörtüsü getirdi. Ayağında bol uzun pantolon. Üstünde, o sıcakta uzun kollu gömlek. Kapıda bir adam yolumuzu kesiyor:

Müslüman?” – Evet!

Aptes?” – Gusül!

Pasaportlara bakıyor: “Yu riid Koran?” –  Fatiha!

Okey, Fatiha!”. Oku bakalım diye işaret. Ama başlangıcı aklıma gelmez! Neyse ki Feyhan kopya veriyor: “El-hamdu li’llahi…”. Hemen arkasını getiriyorum: “…Rabbi’l-alemîn. Er-Rahmani’r-rahîm. Mâliki yewmiddîn. İyyâke na’budu ve iyyâke nesta’în…’ Güldür güldür okuyorum. O bir Türk’ü sınava çektiği için memnun, ben duhul koşulunu yerine getirdiğim ve sınavı aleyülâlâ ile geçtiğim için mesut…

Ama kapıyı geçmeye yetmiyor. Feyhan’ı işaret ediyor, “Giremez, eteği yok” anlamında. Hemen yanındaki genç atılıyor: “Biz etek satıyoruz, ucuz!” diyor. Tepem atıyor. Zor alırım. Döner giderim, diyorum. Sinirleniyor. Sinirleniyoruz. Nihayet yukarıyla telsiz bağlantısı kuruyor, konuşuyor, sonra “istemeyerek” izin veriyor. Ben sana para mı kaptırırım. İlerliyoruz.

Kubbetü’s-Sahra’nın kapısında çember sakallı bir imam, öncekinin tam aksine, neşeyle ve büyük tezahüratla karşılıyor: “Velkam, velkam! Ay em gayd, gayd! Pikçur no problem, no problem. Ay teyk yor pikçur!”. Feyhan’a hemen bir etek veriyor, kızcağız saçına değirmeden geçiriyor pantolonun üstüne. Bir oyuğa elimizi sokturuyor. Nüfuz edemediğimiz bir İngilizceyle anlatıyor. Kutsal Kaya’nın önünde Feyhan’ı çekiyorum. Bir de aşağıda mahzen gibi bir yer var, iniyoruz, orayı da anlatıyor ama yine anlayamıyorum. Zaten fazla kalamıyoruz, çünkü yoğun havalandırmaya rağmen içerisi kalınabilecek gibi değil.

Çıkarken, aşağıdaki kapıda kaptırmadığımızı burada kaptıracağız. Karşılığında, eteği Mescid-i Aksa’yı ziyaretten sonra getirip bırakma iznini alacağız.

Mescid-i Aksa büyük bir cami. Tavanı düz, yalnızca mihrabın orada kubbe var. İçerisi epey serin. Dümdüz serilmiş uyuyanlar dikkat çekici. Hani, duvar veya sütun dibinde yatsalar anlayacağım da, caminin tam orta yerinde uyumuşlar (Bak-13). Hiçbir mabette serilip uyuyan görmedim dünyada, ama uyusun, buradakiler itiraz etmedikten sonra karışmak bana düşmez. Benim bir türlü kabul edemediğim, Haremü’ş-Şerif’e ilk girişteki etek satma tantanası, Kubbetü’s Sahra’daki yılışık bahşişçi ve hepsinden önemlisi, bu alana “imtihan”a çekilen Müslümanlardan başkasının girememesi. Kudüs bir dinler sarmaşması ve böyle bir durum ne bu kente yakışıyor, ne de İslam’a.

Ermeni mahallesinde

Ermeni mahallesi, en küçük mahalle. Tabii, Patrikhane de burada (Bak-14). Bir de lokantası var, kapısında “basturma”, “soujuk”, “lahmajun”lu bir menü. (Bak-15). Mahalle arasındaki evlerin kapısında “Aslanyan Family” gibi fayanstan isimler. Tabii, mahalle duvarlarında da yan yana posterler: “Ermeni Jenosidinin Haritası” (Bak-16).

Ama biz bu mahalleyle daha Ramallah’da tanışmış sayılırız. Konferansta tebliğ verenlerden biri Ermeniydi: Albert Aghazaryan. Hiç Türkiye’yi görmemiş. Türkçeyi anasından babasından öğrenmiş. Öğle yemeğinde tanıştığımızda şöyle dedi:

Benim bi anam var Kudüs’te. Beli osteoporozdur [kemik erimesi]. Ehtiyarladı. Ama gafası çok eyidir. Çok lisan bilir: İngilizce, Fransızca, Arapça, Ermenice, ne ararsan. Ama bir vakittir hep Türkçe gonuşur. Başka lisan istemez gonuşmak. Türklerle eyleşmekten çok hoşlaşır. Seni ona götürem, ister min?”

Yafa Kapısından girdikten sonra tam karşıya yürüyün, Bazar Sokağına girin, daha otuz metre gitmeden dükkanların arasına gizlenmiş gri bir demir kapı, solda. Albert açtı, girdi. Dik bir merdiven. Sonra bir merdiven daha. Evin kapısı. Ayakkabılarımızı çıkartıyoruz saygı göstergesi olarak. Albert “Çıkarman, çıkarman, ben böyle giriyom” diyor ama, boşuna. Uzun bir koridor. Sağdan sonuncu odada, bir zamanların Kudüs sosyete terzisi Eliz Hanım karşımızda.

Dikkatle taranmış kuzgunî saçları, tertemiz geceliği üzerinde sabahlığı.

Misafir geliyor diye yeni terk ettiği belli olan yatağının arkasındaki pencereden evin içine neredeyse giren Ortodoks kilisesinin tepesinde elini uzatsan tutuvereceğin koca bir  istavroz (Bak-17).

Bir de hain osteoporoz.

Tekerlekli iskemlesinde dimdik bir Eliz Hanım.

Elini öpüyoruz, o da bizi sarılıp yanaklarımızdan öpüyor…(Bak-18) Kahvelerimizi kızı ikram ediyor. Biraz sonra da özürler dileyerek terzihaneye gidecek.

“İki Yorgan İki Yastık, Eşeğin Boynuna Astık”

Eliz Hanım oğluna göre 1921, kendine göre 23’te İskenderun’da, yollarda doğmuş: “İki yorgan iki yastık, eşeğin boynuna astık” diye anlatıyor bir Anadolu halk ozanı edasıyla. Kayserili olan babası İsrail Ağa, anası Osanna Hanımı Tehcir’den önce göçtüğü Dörtyol’da tanımış ve almış.  Sonra da, Eliz daha sekiz aylıkken, “dişi çekilip” ölmüş; yani iltihaplı dişinin çekilmesinden enfeksiyon kapıyor. Osanna’nın dördüncü kocasıymış; ilk üçü öldürülmüş. Elizler on beş kardeşlermiş, iki kızkardeş kalmışlar, Eliz yetimhaneye gönderiliyor. Anlatıyor:

Orfelinaya verdiler. Dame de Sion mayrabetleri [rahibeleri] kurmuş burayı. Ben Türkçeden başka lisan bilmez idim. Mayrabetler Fransızca konuşurlar ıdı; Arap hocalar Arapça. Ben hiçbirini anlamam. Türkçe konuş da anlayam! Bizde derlerdi ki, ‘Kim ki Türkçe bilmez, Allahtan korkmaz’ ”.

Sonra ekliyor:

Ama gün geldi [herhalde 1970’lerin sonu], ne vakıt ki Türkçe konuşurlar idi komşular, gençler gelir idi, bi dane vururlardı ayaklarınlan, derlerdi: ‘Hişesek mek milyona!!’. Yani, bir milyon ölüyü unutma”.

Eliz Hanım 13’ündeyken Arsen Beyle evlendiriliyor (Bak-19). İlk çocuğunu 14’ünde doğuruyor. Bir oğlu ölmüş:

Birini sel aldı [öldü], birini el aldı [evlendi]” diyor.

İmparatorluğun En Osmanlı Halkı

Eliz Hanım 1915 katliamları hakkında ne diyor?

Türklerle bu kadar iş olmuş. Türkleri severim. İkrah, ömründe hiç etmem. Ya Türkleri ganımızın içinde vardır çok severim, ya dilini anlıyom çok severim. Anam derdi ki, nası ağıtlar yaktı biz sevkiyete giderken Türk komşular, dediler ki ‘Çocuklardan birkaçını bırak, gelirseniz alırsız’. Şimdik konuşuyor böyle Türkler iyi Türkler kötü. Her şey personel [şahsî] olmalı. Her şey olmuş bitmiş; ikrah etmem. Daha isterim ki o Türklerle konuşum, lezzet alım. Burada Türk Konsol vardı, Etem Tokdemir, o gelir idi, çok konuşuk ederdik”.

Anlatıyor, anlatıyor. Aklım Refik Halit’in Gurbet Hikayeleri kitabından “Eskici” öyküsüne gidip geliyor, gönderildiği “Arabistan”da nihayet kendi dilini bilen bir ayakkabı tamircisine rastlayınca hiç durmamacasına seller akar gibi Türkçe konuşmaya koyulan küçük çocuğa, Kanlıcalı Hasan’a gidip geliyor. Konuşanın Türk olup olmaması ne fark eder; konuşan,  İmparatorluğun hiç kuşkusuz en Osmanlı halkına mensup Eliz Hanımdır. Şimdi de bir tekerlemeye başlıyor:

On udum, oğlan ıdım / Yirmi idim, yiğit idim / Otuz udum, topuz udum / Kırk ıdım, gırık ıdım / Elli idim, belli idim / Altmış ıdım, batmış ıdım / Seksen idim, sersem idim / Doksan idim, noksan idim / Yüz üdüm, yer altında düz üdüm”.

Feyhan bunları habire yazmaya çabalıyor ama, Eliz Hanım coştu, koşuyor, konuşuyor, ne not tutmak ne de akılda tutmak mümkün hepsini; az dur da yazayım diyemezsin. Şimdi de, oğlunun tahrik ve taciziyle, atasözlerini ve deyimleri bir yerine denk getirip sıralıyor:

Yolla aklını teftişe, / Pişman olma ettiğin işe”.

Çok gezen tavuk bok getirir”.

Çamura batma!” (Burada bir tek Ermeniler altmışaltı oynarlarmış ve o zaman söylerlermiş birbirlerine).

Hep deli, hop deli / Beşikteki tam deli / Başını sallar”.

Getti geden, / Galdı galan, / Hep sözlerim / Oldu yalan”.

Ermeni’nin yanında ye, Çerkes’in yanında yat”.

Albert’i büyütürken söylediği ninniyi yavaşça mırıldanıyor:

Uyu yavrum uyu / Uyuyacak günler var / Sen büyürseyin / Düşmanlara korku var”.

Kıssadan hisseler anlatıyor:

Adamın biri çok zengin bi eve misafir gitmiş. Bakmış ki hızmatçılar çok gözel. Demiş ki, hızmatçılar bu kadar gözelse evin hanımı nasıl gözeldir. Hanım gelmiş, bakmış çok çirkin. Kadın demiş: “Yüzüme bakman, aklıma bakın. Aklıma bakmazsanız bahtıma bakın. Bahtıma bakmazsanız evdeki altın tahtıma bakın”.

Son bir kucaklaşma. Eliz Hanım bizi yolcu etmek için mutlaka ayağa kalkacak, gelinin koluna girip…(Bak-20)

***

Eliz Hanımı da tanıdıktan sonra Kudüs bitti artık. Dönme zamanıdır. Zaten, belki de fazla kalmışızdır; bu çok Kutsal Topraklar aynı zamanda çok kanlı topraklardır…

***

Ve öyle oluyor. Tam zamanında dönmüşüz. Döndüğümüzün ertesi günü İsrail donanması Gazze kıyılarını füzelerle dövüyor. Piknik yapmakta olan bir Filistinli aileyi toptan yok ediyor. 16 aydır süren ateşkesi de. Hamas tekrar silaha sarılıyor. İsrail bu sefer Hamaslı başbakanı vuracağını ilan ediyor. Terör mü dediniz?

Ramallah’da rastladığımız en korkutucu olay, bir akşamüstü geçen gelin alayında otomobil penceresinden havaya “Tak, tak, tak, tak” diye sayan kalaşnikov idi; meğer o espriymiş, farkında değişmişiz de hem kapıyı siper almışız, hem sinirlenip söylenmişiz…

SON

Önceki Yazı
Sonraki Yazı