RP’DEN AKP’YE – KABUK DEĞİŞTİREN TÜRKİYE (13-16 Haziran 2006)
Baskin Oran ve Elçin Aktoprak
(BİRİNCİ GÜN): 28 ŞUBAT’A GİDEN SÜREÇ
18 Mayıs 2006’da avukat olduğu öğrenilen bir şahıs Danıştay’a girdi, o sırada toplantıda olan 2. Daire üyelerinin odasını buldu, üzerlerine ateş açtı. Birini öldürdü, dördü yaralı kurtuldu. Bu daire, türban yasaklama kararlarını veren daire idi. “Vakit gazetesindeki fotoğraflara bakıp öyle ateş ettim” dediği belirtilen saldırganın ‘İslamcı’ olarak tanıtılması üzerine ilk iki gün “Yeni bir 28 Şubat geliyor” rüzgârı esti. İnsanlar Anıtkabir’e aktı. Çok satan bir gazetede saldırı hakkında “Türkiye’nin 11 Eylül’ü” yorumu yapıldı ki, ABD’de 11 Eylül saldırısından sonra nasıl bir ortamın oluştuğunu ve ne tedbirler alındığını anımsamak bu yorumun ne demek istediğini açıklıyordu.
Dinciler mi, derin devlet mi?
Fakat saldırganın türbanla ilişkili olmadığı, aksine, Susurluk’la ilişkili emekli askerlerle bağlantılı olduğu görüldükten sonra, dikkatler derin devlet üzerine döndü. Acaba bu saldırı Şemdinli’yi unutturmak için yapılmış olamaz mıydı?
Çünkü 28.2.1996’da iktidara gelen RP’nin durmadan verdiği dinci demeçlerin gerdiği ortamda derin devlet+mafya ikilisinin ilk defa yakalandığı Susurluk olayı patlayınca (3.11.1996), bunun arkasından gelen 28 Şubat 1997 ‘muhtıra’sı RP’yi ‘iç düşman’ ilan ederek Susurluk’u unutturmuştu.
Şimdi AKP iktidarının karıştığı türban gerilimi ortamında derin devlet’in ilk defa suçüstü yakalandığı Şemdinli olayı patlayınca (9.11.2005), bunun ardından vuku bulan ve ilk iki gün ‘türbanın intikamı’nı almak için yapıldığı ilan edilen Danıştay Baskını (18.5.2006), bütün bu derin devlet suçlamalarını örtbas etmeye yönelik olabilirdi. Üstelik, buna bir de derin devlet+mafya ikilisinin Küre-Sauna çetesi olayının (17.2.2006) ve Şemdinli iddianamesinde Org. Büyükanıt’ın suçlanmasının (5.3.2006) eklendiği düşünülünce.
Bu yazı dizisinin amacı, hem RP iktidarında 28 Şubat ‘postmodern müdahale’sine giden süreç ile AKP iktidarında Danıştay baskınına giden süreci bir karşılaştırmak, hem de buradan kalkarak Türkiye’de ‘laikliğin neresinde’ olduğumuzu tartışmak. Bu dincilik-laikçilik konusu bağlamında Türkiye’yi duygulardan arınmış bir genel değerlendirmeye tabi tutmak.
12 Eylül ve Özalizm
Türkiye gibi, burjuvazisi geç oluştuğu için iç dinamiği zayıf olan ülkelerde dönüşümler ancak ‘yukarıdan devrim’le olur. Küçük burjuva aydınlarından oluşan bir grup bir biçimde iktidara geçer ve 1920’lerdeki laikleştirici Kemalist devrimin yaptığı gibi ülkede iktidarın temelinin uhrevi bir kavramdan (Tanrı) dünyevi bir kavrama (Ulus) dönüştüğünü ilan eder. Yani, devletin uyguladığı ‘laikçi’ bir politikayla, toplumu sekülerleştirmeye girişir.
Fakat ‘kestirme yoldan gitme’nin de bir faturası vardır ki, seçim sandığında kesilir. CHP’ye 1950’te gelen DP tepkisi, 27 Mayıs’a 1965’te gelen AP tepkisi, 28 Şubat’a 2002’de gelen AKP tepkisi gibi.
Fakat, RP’nin sandıktan yüzde 22 oyla birinci çıkarak 28.2.1996’da ‘Refahyol’ adıyla iktidara gelmesi ise farklıdır. Eğer kitlelerin askerleri hep ‘laikçi’ olarak görmeye alışmış olmasının yarattığı bir ‘genetik’ tepki sonucu değilse, çifte bir etki sonucudur: Bir yandan 24 Ocak 1980’in (Özalizm’in) kitleleri fukaralaştırmasının, bir yandan da 12 Eylül askeri darbesinin getirdiği Türk-İslam Sentezi’nin İslamlaştırıcı etkisinin.
Tepki veya etki. Önemli olan, TC’de ilk defa ‘dinci’ bir partinin sandıktan çıkıp başa gelmesidir. ‘Laikçi’lerin yanı sıra, gelenler de şaşırmış olmalı ki, bu onları sanki Kemalizm’in hiç duyulmadığı bir ülkede yüzde 90 oy almış gibi şımartacak ve çok kimsenin tüylerini diken diken edecek şeyleri sanki inat gibi yapmaya götürecektir. Birkaç örnek:
Erbakan’ın dış gezileri
Erbakan’ın ilk dış geziyi Ağustos 96’da İran ve Ekim 96’da Libya’ya yapması, ikincide Kaddafi’nin çadırındaki aşağılama. Ocak 97’de sarıklı-cüppeli tarikat şeyhlerine Başbakanlık Konutu’nda resmi davet. Belediyelerin içki yasağına başlaması. İstanbul Belediye Başkanı R.T. Erdoğan’ın demeci: “Parti için çalışmak, Kuran düzeninin kurulması için çalışmak demektir”. Yine Erdoğan’ın: “İktidarın kaynağının [Tanrı yerine] ulus olduğunu söylemek kocaman bir yalandır”. Erbakan’dan her şey bitmiş de iş buna kalmış gibi bir demeç: “Şimdi mesele, İslam’ın yumuşak biçimde mi yoksa kanla mı geleceği meselesidir”. Rize Belediye Başkanı ve sonra RP Milletvekili Şevki Yılmaz: “Çatlasanız da patlasanız da ben Hizbullah’ım. Türkiye’nin yüzde 98’i Hizbullah’tır. Hizbullah olmayanlar, Hizb-i Şeytan’dır”. Kayseri Belediye Başkanı Şükrü Karatepe’nin 10 Kasım 96 konuşması: “Bekledik, biraz daha bekleyeceğiz. [Bu arada] Müslümanlar içlerindeki hırsı, kini, nefreti eksik etmesin”. RP’li bakan Esengün’ün “Başörtüyü halletmek, imam-hatipleri açmak en şerefli görevimizdir. Hacca karayoluyla gitmeyi sağlayıp, kurban derisine uzanan ellerin önüne geçeceğiz” demesi. Tabii, daha partisi iktidara gelmeden yıldızı parlayan, sonradan resmen Mesihliğini de ilan edecek olan RP Milletvekili Hasan Mezarcı’yı unutmadan: “Selanikli biri benim atam olamaz. Ben velet-i zina değilim”.
Demeçlerin de ötesi vardır. Taksim’e cami konusu. Resmi kurumlarda çalışma saatlerinin ramazana göre düzenlenmesi. Adalet Bakanı Şevket Kazan’ın mankenlerin podyumda mayo giymelerini yasaklamak için başsavcıları toplantıya çağıracağı haberleri.
Bütün bunlar yetmiyormuş gibi RP’nin bir de savunma bütçesine 50 trilyonluk tırpan vurması ve TSK’nın kimi sosyal tesislerini satışa çıkarmak istemesi…
Eski defterlerin karıştırılma zamanıdır. Örneğin, RP Milletvekili H. Hüseyin Ceylan’ın Mart 1993’te Kırıkkale’de yaptığı konuşma Kanal-D’nin Teke-Tek programı tarafından keşfedilecektir: “Bu vatan bizimdir, rejim bizim değildir kardeşlerim… Türkiye yıkılacak beyler.” Gazetelerde tarikatlarla ilgili diziler başlar.
Tabii, dünyanın en gariban ve marjinal tarikatı Aczmendilerin lideri Müslüm Gündüz’ün Fadime Şahin’i nerede, nasıl, ne yaptığının Ocak 97’deki tadına doyulmaz öyküleri başta olmak üzere.
(İKİNCİ GÜN): 28 ŞUBAT GELİYOR, RP GİDİYOR, AKP GELIYOR
Asker liderliğinde sivil cephe
28 Şubat’a giden süreç içinde Genelkurmay, RP’ye karşı üç önemli müttefik buldu:
1) Büyük burjuvazi: Patronlar RP’nin kendini tatminlerinin ihracata büyük zarar verdiğini görmekteydi. Türkiye’nin imajı bozuluyordu. Türkiye Giyim Sanayicileri Derneği Başkanı Bülent Atuk “Avrupa’da ve Amerika’da ‘Made in Turkey’ etiketli bir tişört giydirebilmek için bile olumlu bir ülke imajına ihtiyaç var” diyordu. Nitekim, 28 Şubat ‘muhtıra’sından tam bir ay önce TÜSİAD, Prof. B. Tanör’ün ‘Türkiye’de Demokratikleşme Perspektifleri’ni yayımladı. Rapor, imam-hatiplerin ilk üç yılının kaldırılmasını, bu okullara kız öğrenci alınmamasını, din dersinin zorunlu olmaktan çıkarılmasını istiyordu. (Rapor TSK’nın da hiç hoşuna gitmedi çünkü Tanör Kürtçe yasakları kaldırılsın, anadilde eğitim hakkı sağlansın, hele de, Genelkurmay Savunma Bakanlığı’na bağlansın diyordu).
Susurluk faktörü
2) Cumhurbaşkanı: 1974’te: “Bana, milliyetçiler adam öldürüyor dedirtemezsiniz” demiş olan Demirel artık şöyle diyordu: “Kim dini istismar edip, rejimin karakterini değiştirmeye kalkarsa, başsavcı karşısına çıkar”. Nitekim, Erbakan başbakanlığı Çiller’e devredeyim derken, hükümeti kurma görevini M. Yılmaz’a veriverecekti. 28 Şubat sürecinin beyni olan Genelkurmay Batı Çalışma Grubu’nu da işin başından beri bilmekteydi.
3) Sivil toplum: O sırada 3 Kasım 1996 gelip çattı ve siyah bir Mercedes bir kamyona arkadan bindirdi. İçinden ‘derin devlet’ fırlayıp asfalta dökülünce, Susurluk olayı sivil toplumu ilk kez cidden harekete geçirdi. 1 Şubat’ta ‘Aydınlık için bir dakika karanlık’ eylemi başladı ve kısa sürede RP’ye yöneldi. Ş. Kazan’ın eylemciler için “Mum söndürüyorlar” demesi Alevileri, Erbakan’ın “Glu glu dansı yapıyorlar” demesi de tüm eylemcileri çıldırtmak için düşünülmüş olmalıydı.
Son damla: Kudüs Gecesi
Bu ortamda, laik kesimin beklediği son fırça darbesini vurmak RP’nin Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız’a nasip oldu.
31 Ocak 1997’de kocaman Hizbullah ve Hamas posterleri asarak düzenlediği Kudüs Gecesi’nde İran büyükelçisi de konuşarak Amerika ve İsrail’i düşman ilan etti.
4 Şubat’ta kasaba tank sesleriyle uyandı.
TSK, ‘demokrasiye balans ayarı’ yapmıştı.
25 Şubat’ta Türk-İş, DİSK, TESK “Laiklik ve demokrasi sahipsiz değil” dedi. İzmirli avukatların sloganı ise laikliği korurken hangi ekmeklere yağ sürülebileceğini gösteriyordu: “Ne şeriat, ne darbe; demokratik Türkiye”. Üç gün sonra yapılan MGK toplantısında, “Şeriat hukukuna dayalı bir İslam Cumhuriyeti kurmayı hedefleyen grupların.. devletimize karşı çok yönlü tehdit oluşturduğu…” [hususlarında] “görüş birliğine varıldığını” Başbakan Erbakan da kuzu kuzu imzaladı. Çiller başbakan olayım derken dağılan hükümet yerine kurulan yeni koalisyon Ağustos 1997’de sekiz yıllık ilköğretim yasasını çıkaracak, RP de Ocak 98’de kapatılarak sahneden tamamen silinecektir.
12 Eylül’le tasfiye ettiği solun boşluğunu ‘Türk-İslam Sentezi’yle dolduran TSK, ‘K’ (Komünizm ve Kürtçülük) endişesinden (aynen TÜSİAD gibi) kurtulacak, bu sefer de tasfiye ettiği RP’nin boşluğunu ‘laik ideoloji’yle doldurmaya girişecektir.
28 Subat’in sonucu: Yüzde 34 “dinci” oy
Fakat, ortaçağı (ve onun tutunum ideolojisi dini) Fransa gibi altyapı devrimiyle tasfiye edememiş, Kemalizm’in üstyapı (kültür) devrimiyle yetinmek zorunda kalmış bir Türkiye söz konusudur. RP’nin bıraktığı boşluğu 1920’lerde inşa edilen bir laiklik anlayışıyla doldurabilmek yalnızca Nisan 1999 seçimlerinde nasip olacak, laik kesimin bütün temennilerinin aksine, Kasım 2002’de dini temel çizgi alan başka bir parti iktidar olacaktır: AKP. Hem de, yüzde 34.29 gibi, Anayasa’yı bile değiştirebilecek bir çoğunlukla. Bu, aslında iki türlü mesajdır. Birincisi, halk 1920’lerde yapılmış olanın 2000’lerde yapılmasına artık razı değildir. İkincisi, RP tipi bir Müslümanlığa razı değildir. Nitekim halk, RP’nin devamı olan Saadet Partisi’nin eline yüzde 2.49’u sıkıştırıvermiştir.
Aslında, RP anlamak istememiştir, o başka; ama olay RP zamanında başlamıştır. Her şeyden önce MÜSİAD, o MÜSİAD ki temel İslamcı faaliyetlerin finansörüdür ve İsrail’i başşeytan saymaktadır, ‘Anadolu Kaplanları’ ihracat işine bir başladıktan sonra İsrail Başkonsolosluğu’nun İstanbul’da verdiği kuruluş kokteyllerine tam kadro abone olmuştur. Eski başkan Erol Yarar (ki, genç bir Boşnak modelle evlenebilmek için 15 yıllık eşini boşayacaktır) Hizbullah’ın cinayetleri ortamında “İslamcılar asla terörcü olamazlar” demesiyle meşhur iken, yeni başkan Ali Bayramoğlu hisse senedi pazarlamada İslam adının kullanılmasını yasaklayacaktır. MÜSİAD ‘Jet-Pa’cı Fazıl Akgündüz’ü üyelikten atacak, birçok üyesini de istifaya zorlayacaktır.
RP’nin değişimi
RP’nin durumu da farklı değildir. İktidar kısa zamanda onu da tanınmaz kılmıştır. Lanetlediği Çekiç Güç’ün süresini uzatmakta, İsrail’le antlaşma imzalamakta, ılımlı bir parti olarak tanınmak için A. Gül’ü ABD’ye yollamaktadır. Yerine geçen Fazilet Partisi, ki emanetçi’dir, ‘Adil Düzen’ sloganına gülüp geçmekte, ‘zihin egzersizi idi’ deyivermektedir. Erbakan Versace kravatları takmakta, ehliyetsiz kullandığı Mercedes CL 500 Coupe arabayla kaza yaptığında hemen korumasıyla yer değiştiriveren oğlu ise Yves Saint-Laurent çorapları giymektedir.
‘Şıkıdım şıkıdım’
2000 yılı geldiğinde, özel moda defileleri düzenleten tesettürlü hanımların gittiği güzellik salonları açılmıştır. Müzikte kadın sesine tahammül edemeyenlerin çocuklarının yine başı bağlıdır, ama onlar artık ‘Yeşil Pop’ konserlerine gitmekte, TV’deki programlarda çıkıp şarkı okumakta, seyirci sıralarından inemeyenler oldukları yerde kıpır kıpır oynamakta, Tarkan konserine gidip ‘şıkıdım şıkıdım’ da göbek atmaktadır. Diyanet Vakfı yöneticilerinin hacca giderken kullandığı araba, 120 bin dolarlık bir Chevrolet Chevy One GMS’dir. Paranın milliyetçilik veya din dinlemediğini, yani bütün bunların eşyanın tabiatı icabı oluverdiğini anlamayı reddeden İslamcıların bütün yapabildiği şöyle mırıldanmaktır: “Kapitalistler gibi eğleniyorlar. Normal kapitalist gibi oldular. Onların İslami kapitalist olmalarını beklerdik”.
İşte artık AKP, fevkalade bir kabuk değiştirme içinde olan bu “İslamcı”ların değişim partisidir. Ama, oraya geçmeden önce, unutuldu gitti Danıştay baskınındaydık, önce oraya nasıl gelindiğinden bahsedelim.
(ÜÇÜNCÜ GÜN): AKP, RP’NİN DÜŞTÜĞÜ HALE NASIL DÜŞTÜ?
İhtiyatlı AKP
AKP artık değişmiş insanları temsil ettiğinden değil sadece, aynı zamanda RP’den ders aldığından da işe sakin başladı. Her şeyden önce, genel başkanının ağzı yanıktı: Aralık 1997’de Siirt’te Cevat Örnek’in bir şiirini okuduğunda, ‘Halkı din ve dil farklılığı gözeterek kim ve düşmanlığa açıkça tahrik’ten Nisan 1998’de bir yıl’a mahkûm olmuştu: “Minareler süngü/Kubbeler miğfer/Camiler kışlamız/Müminler asker”.
Fakat laik tarafın da RP’den ağzı yanmıştı. Org. Özkök daha Ocak 2003’te ilk uyarıyı yaptı: “Herkesin dini inancına ve bunları özel yaşamlarında ifade etme tarzına saygı duyarız. Ancak bunların, özellikle türbanın (mevcut kurallara) aykırı olarak kullanılması beklenmemelidir”. Aslında bir koalisyon olan AKP’de ‘Milli Görüş’ün temsilcisi olduğu söylenen TBMM Başkanı Bülent Arınç ateşe katkıda bulunmakta gecikmedi: 23 Nisan’da vereceği davette türbanlı eşinin adı da yer almaktaydı. Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay Başkanı katılmadılar. Kavga başlamıştı. MGK Genel Sekreteri Org. Kılınç, görevi devrederken “Halen hilafet ve şeriat arayışında olanlarımız var” dedi.
AKP sivri demeçlerden dikkatle kaçınıyordu. 29 Ekim davetine katılmadılar ve bundan sonrakilere türbanlı eşlerini getirmemeye başladılar. Tepki doğuran YÖK yasa tasarısını ve Kuran kursları yönetmeliğini geri çektiler. A. Gül’ün türban nedeniyle AİHM’ye gitmiş olan eşi ‘yargı kararlarının tartışılmasına fırsat vermemek, güven ve saygıyı sağlamak’ için davayı geri çekti.
Leyla Şahin kararı patlıyor
Fakat AİHM Büyük Dairesi Kasım 2005’te Leyla Şahin davasında üniversitelerdeki türban uygulamasının ‘insan hakları ihlali olmadığı’nı söyledi.
Karar, 11 Eylül’ün liberal Avrupa’yı ne kadar korkutmuş olduğunu göstermenin yanı sıra, Türkiye’deki çatışmayı fena halde artırıcı bir nitelik taşıyordu. Çünkü bu karardan sonra hem AKP’nin ve özellikle de Başbakan Erdoğan’ın ihtiyatlı tutumu değişti, hem de özgürlük açısından son derece tehlikeli bir yeni dönem başladı. Nitekim, laik kanadın temel kurumlarından Danıştay’ın 2. Dairesi, okulda başını açan öğretmen Aytaç Kılınç’ın sokakta kapatmasına karışarak AİHM kararına ‘Şimdi, sokağa da karışacaklar’ diye tepki gösterenleri haklı çıkarmıştı. Arkasından sıra, ‘Şimdi yatak odasına da karışacaklar’ diyenlerin de haklı çıkmasına gelecektir: Danıştay bu sefer de, din öğretmeni Abdullah Yılmaz’ın yurtdışına atanmasını, eşi türbanlı olduğu gerekçesiyle engelleyecektir.
Bundan sonrası, kafa kafaya çatışmadır. Bir noktadan sonra kimilerine göre RTE’nin ‘kimyası bozulacak’, kimilerine göre de başbakan özüne dönecektir: Vatandaşla “Artistlik yapma lan”lı ve “Ananı al da git”li konuşmalar, kendisini sevimli bir kedi olarak çizen karikatürlere dava açmalar, başını örtme konusunda söz söyleme hakkının ‘din ulemasına’ ait olduğunu söylemeler…
Yarıştırma başlıyor
Bu arada, AKP belediyelerinin okullara şeriatçı broşürler dağıtmaları. İçkinin ancak ‘kırmızı bölgeler’de içilebileceğini ilan etmeleri. Okullarda umre ödüllü yarışma açmalar. Alevilere inanç baskılarının bir türlü bitmeyişi. İzinsiz Kuran kurslarının kapatılmaması. Van rektörüne ediliverenlerin üniversite-hükümet kavgasına dönüşmesi. Arınç’ın 23 Nisan’da imam-hatip liseli bir ‘çocuk’u makamına oturtması. Yine Arınç’ın: “Bu Anayasa Mahkemesi’ni ben Meclis’in yapabileceği bir anayasa değişikliğiyle kaldırabilir miyim? Kaldırabilirim” demeleri.
Buna karşılık, Anayasa Mahkemesi başkanı Bumin’in de “Beğenseniz de beğenmeseniz de Anayasa Mahkemesi’nin kararlarına uymak zorundasınız” diye cevap vermesi. Derken, Baykal’ın “İstediğini yapamazsın” diye fırsat bulması. CHP Genel Sekreteri H. Koç’un: “Türkiye Ayetullahlar devleti olamaz, olmayacak” diye aydınlatması. ANAP’lı Şirin’in “Başbakan dua etsin, Vural Savaş başsavcı değil” diye tartışmaya önemli bir katkı yapması. Fatsa AKP başkanının 23 Nisan töreninde çiklet çiğnediği için tutukevine gönderilmesi. Bütün bunların Şemdinli varken cereyan etmesi.
Kısacası, yabancı birinin okuması halinde güleceği bu ‘dinci-laik’ kavgası 2005 başından itibaren yine alevlenmiştir. Yalnız, RP zamanındaki durumla bir ilgisi yoktur. Gerçi Cumhurbaşkanı kesin taraftır, ama sivil toplum ve büyük burjuvazi RP zamanındaki gibi Genelkurmay’ı desteklemekten çok uzaktırlar. Genelkurmay başkanı da çok soğukkanlıdır.
18 Mayıs Danıştay cinayeti bu ortamda patlak verecek, ama AKP’yi vurması ancak iki gün devam edecektir
(DÖRDÜNCÜ VE SON GÜN): LAİKLİĞİN GERÇEKTEN NERESINDEYIZ?
Laikliğin Türkçesi
Bazı kavramları ve kalıpları yeniden değerlendirmeye almakta yarar var:
1) Türkiye’deki laikliğin anlamı, Batı’daki gibi “Din ile devletin ayrılması” değildir. Dinin devlet denetimi altında tutulmasıdır. Feodal yapıyı ve onun tutunum ideolojisi dini tam tasfiye edememiş bir ülkede bu çok doğaldır. Üstelik Türkiye laikliği Fransa’dan falan değil, doğrudan Osmanlı’dan ve onun temeli olan Bizans’tan almıştır. Bunlar, dini daima sıkı denetim altında tutmuş imparatorluklardır. Şeyhülislamlar fetva vericidir ama, Sultanlar kelle alıcıdır. Şeyhülislamı beğenmedikleri zaman azletmişler, sonra da yeni gelenin fetvasını alıp yay kirişiyle boğduruvermişlerdir. Tarihsel olarak özel mülkiyetin değil kamusal mülkiyetin geçerli olması nedeniyle ‘ruhban’ın güçlü olmadığı Ortadoğu’da genel olarak kural budur.
Fakat bu kural toplumdaki kabuk değiştirmelere aldırmadan ilelebet aynen uygulanacak olursa, absürde götürülen bütün kurallar gibi ters teper. Denetleyeni zayıflatır, alttakini güçlendirir.
Daha da kötüsü, seküler (uhrevi değil, dünyevi kavrama dayanan) bir toplum demokrasi için şarttır ama, maalesef demokrasi laik bir devlet için şart değildir; yani laikleştirici bir devlet eğer laikliği ilk çıktığı biçimiyle uygularsa demokrasiyi sakatlayabilir. Nitekim Fransa da 1905’e kadar uyguladığı ‘çatışmacı laiklik’ politikasını bu tarihte değiştirerek ‘uzlaşmacı laiklik’e dönüştürmüştür. Çünkü Kilise dünyevi yaşama karışmaktan artık vazgeçmiştir.
1905’i engelleyen kısırdöngü Türkiye’nin bugün 1905’e tam ulaştığını açıkça söylemek zordur; üniversite gibi giyime-kuşama karışılmayacak özgürlük mahallerinde engellenen türban tarafından tahrik edilenlerin verdiği demeçler ve sergilediği davranışlar laik insanları tahrik etmekte ve bu tahrik kısırdöngüsü sürüp gitmektedir.
Dahası, bu kısırdöngü daha çok yakınlara kadar şu hale gelmiştir: Militan laikçilik demokrasi İslami uyanış laikleştirici askeri darbe İslami partiye artan oy yeni darbe beklentisi.
Bunun çıkar yol olmadığı açıktır. Darbeler 1905’i engellemektedir.
2) Türkiye’de İslamcılar, laiklerin tam aksine, çok büyük hızla değişmektedir. Etyen Mahcupyan bunu onar yıllık üç aşamada güzel özetliyor:
a) 1980’lerde bu insanlar İran ve faizsiz bankacılık peşindedir. Türbanın anlamı, ‘erkeğin namusu’dur. Amaç Türkiye’yi İslamlaştırmaktır ama, bu insanlar şunu düşünmeye ilk defa başlamışlardır: “Ümmet mantığı içinde yaşanabilecek bir modeli nasıl bulabiliriz?” Yani, düşünme ve tartışma başlamıştır.
b) 1990’larda küreselleşme etkisini göstermeye başlar. Onun ardından da kaçınılmaz olarak ‘kendini dışarıyla mukayese’ tartışmaları gelir. Çok farklı yazan gazeteler, dergiler, TV’ler başlamıştır. İran ve faizsiz bankacılık out olur, İslami Şirketler in. Daha önce de bahsettiğimiz ‘Yeşil Pop’lar, Tarkan konserlerinde göbekler başlar. Türban tamamen modaya tabidir. ‘İslami stand-upçılar’ çıkar: Bekir Develi ilginç isimli ‘Dinli-yorum’unda Diyanet’e “Kurban Bayramı’nda tavuk kessem kabul olunur mu?” diye soranlarla ve camide tam secdedeyken telefonu cart diye ötenlerle dalga geçer.
Kadınlar erkekten özerkleşmeye, kendi toplantılarına başlamışlardır. Artık türbanın anlamı da değişmiştir: ‘Sokak vizesi’. Türban sayesinde kadınlar çıkamayacakları evlerinden çıkabilmekte, TV konserlerine gidebilmekte, parkta nişanlılarıyla buluşup sigara tellendirebilmektedirler. Bu nedenledir ki türbana artık en büyük eleştiri, 50-70 yaş arası Saadet Partililerden gelmektedir: “Gayri ahlaki davranışlar bunlar!”
Dahası, ‘marjinal İslamcılar’ ortaya çıkmıştır. Adult, Amateur, Erotic Pictures, Free Sex, Gay Dating, Porn, Sex Cams gibi butonları olan ‘El-fatiha-net’ ve http://www.well.com/user/queerjhd/index.htm adresinden çıkan İslamcı ‘Queer Jihad’ gibi siteler tıklanmaktadır. Zaten bütün bu kabuk değişiminin temel direği, küreselleşmenin temel direği olan internettir. Onun sayesinde kadınlar dünyayı rahatsız edilmeden evlerine getirmekte ve ondan kaçınılmaz olarak etkilenmektedir.
Fışkıran bütün bu alt-kültür tipolojileri temsil edilmeyi beklemektedir. Refah-Fazilet-Saadet çizgisi bu beklentiyi karşılayabilecek gibi değildir.
AKP doğacaktır…
2000’ler ve AB ‘takiyesi’
c) 2000’lerde temel kavram artık AB’dir. Onun istediği özgürlük kalıpları İslamcıların çok işine yarayacağı için tutulacaktır ama, hani “Hırsızı getir/Gelmiyor/Sen gel/Bırakmıyor”daki gibi bir durum vardır artık: AB en çok ondan yararlanmaya soyunan Müslümanları etkileyecektir ve dönüştürecektir.
Bu ortamda İslami şirketler iflas etmiş, Hizbullah ayağa dökülmüştür.
İkisi de artık sadece utanç vesilesidir.
Eskiden aynı anlama gelen kimi kavramlar da birbirinden farklılaşır: din ve ahlak, siyaset ve siyasetçi, Türk ve Müslüman. Artık din yorumlanmaktadır: “Bu İslami değil, ama sanırım yapılabilir”. Zaten bütün olay da budur. Bu, Türkiye Sünniliğinin Protestanlaşmasının başlamasıdır. Bu, her açıdan ‘gözlere atlayan’ bir durumdur ve dış politikada da tekrarlanır: AKP, geçmiş bütün partilerden daha fazla ABD ve IMF’ye yakındır.
AB uyum paketlerinin geçmesi için de en fazla çabayı harcayan da odur. Tabii hızlı reformlara, küreselleşmeye ve PKK terörüne tepki olarak 2004 sonundan itibaren roket gibi yükselen Türk Etnik Milliyetçiliği tarafından ödü koparılana dek.
Müslümanların Protestanlaşması
Bu ‘Protestanlaşma’yı anlamak, “Bunlar takiyedir efendim, takiye!” ezberinin dışına çıkabilenler için zor olmasa gerek: Aynen Avrupa’da olduğu gibi, burjuvalaşma Protestanlığı doğurmuştur; bu kadar basit.
Tabii, bu kadar da basit değil: Çünkü, yine Mahcupyan’ın dilini kullanırsak, İslamcılar artık “Daha dindar, ama daha seküler bir Türkiye” istemektedir. Özetle, Türkiyeli İslamcılar, bir yandan 80 yıllık Kemalizm uygulamasının getirdiği sekülerleşme sonucu, ama özellikle küreselleşmenin etkilemesi sonucu, Kemalist laiklerin bugüne kadar başlatmayı başaramadığı bir ‘katharsis’, bir ‘kendini sorgulayarak arınma’ sürecine girmiştir. Bu, sınırlı bir çağdaşlaşmadır, ama çağdaşlaşmanın ta kendisidir.
3) Türkiye böylesine kabuk değiştirirken, çok tatsız ve çok tehlikeli bir olay var: Kendini Kemalist olarak tanımlayanların büyük çoğunluğu, bazı partilerin oy tabanlarını hoşnut tutmak için verdikleri demeçleri ve maalesef istisnasız bütün partilerin baş belası olan kimi popülist davranışları bahane ederek politika yapıyor. Kemalist laiklik 1920’lerde nasıl uygulandıysa, bugün de öyle uygulanmak isteniyor. Bu, açıkçası, Kemalizm’i dinselleştirmektir. Milliyetçiliği bir din haline sokmaktır. Atatürk dönemini bir “Devr-i Saadet” ilan etmektir. Ve, Atatürk’ün en önemli ilkesini yerle bir etmektir.
Bütün bu ‘dinci-laikçi’ kavgası ki ‘türban’ adı altında iki taraflı bir inada dönüşmüştür, Türkiye’yi asıl sorunlarıyla uğraşmaktan alıkoymaktadır. Türkiye türbanla yatmakta, türbanla kalkmakta, olmayan enerjisini tüketmektedir. Türbanın üniversitelerde yasaklanması utancı bir an önce sona erdirilmelidir; üniversitede yasak olmaz. Hele hele, oraya devletten hizmet almaya gelen gençlere hiç olmaz.
Devlet hizmeti veren yani devleti temsil edenlerin makamda bulunduğu sırada türban takma yasağı, Türkiye 1905 yılına gelene kadar devam etmelidir.
Zaten ondan sonra takmak isteyecek de kalmayabilir. Tabii, bir şartla: Türban taktırılmaktan gerçekten korkanları tenzih ederiz ama, bu yasağı toplumsal ayrıcalıklarının simgesi olarak görenler de az değil. Onların da zaman içinde Katolikliği bırakarak ve çağdaşlaşarak AKP’yi kuzu kuzu evrilmeye bırakmaları şartıyla… Hani, sırf, bize artık AKP’yi kıyasıya eleştirme imkânını vermek için dahi olsa…
BİTTİ