Aziz Nesin ustanın o herbiri bir adet felsefe kitabı yerine geçen mizah öykülerini yaşlı babam Hüseyin Ekrem bey okur, ondan sonra da, “Kerata bir de komünist olmasaydı!” diye kendi itikadınca hem azarlamış hem de iltifat etmiş olurdu.
İşte o öykülerden birinde, büyük usta mealen şöyle diyordu: “Büyüklerimiz bir konu hakkında ‘Üzerinde hassasiyetle duruyoruz’ dediler mi, ödüm kopar, çünkü mesele uyutulacak demektir!”.
Ben de, bir olay çıkıp da büyüklerimiz “Şimdi Türkiye’nin jeopolitik önemi artacak!” demiyorlar mı, ödüm kopuyor. İki ciddi nedenden ötürü:
Birinci neden siyasal ve askerî: Türkiye’nin jeopolitik öneminin artması demek, Türkiye’nin Batı fedailiğinin yine gündeme gelmesi demek. Bu ise en azından komşularınızla aranızı daha da açıyor, onlar silahlandı diye siz daha fazla silah almaya başlıyorsunuz, baş döndürücü kısır döngüye giriyorsunuz. Hatta, Türkiye bu “jeopolitik önem artırma” işine o kadar müptela oldu ki (“alıştı ki” desem burada hafif kaçar), dünyanın şurasında veya burasında bir maraza çıksın diye bekler hale geldi.
İkinci korkuş nedenim ekonomik: Büyüklerimiz bunu “Biraz daha dış borç alabiliriz bu sayede inşallah” niyetine söylüyorlar. Oysa, Türkiye borç geldiği sürece hortumlamaları önlemeye gerek duymuyor. Ekim başında piyasaya çıkacak olan “Türk Dış Politikası, 1919-2001” kitabımızın 1945-60 bölümünde de yazdım: 1958 ve onu izleyen tüm iktisadi bunalım ve devalüasyonlarda İMF’nin yaptığı uyarılar, 1854’te Osmanlı’nın ilk dış borcu almak üzere başvurduğunda İngiltere’den gönderilen heyetteki Lord Hobart ve Mr. Foster’ın uyarılarıyla kelimesi kelimesine aynı: “Kısa vadede kamu harcamalarını kısın ve ‘kaime’ basımına son verin, orta vadede de memur sayısını azaltın ve yolsuzlukla mücadele için yargı reformu yapın”.
Diğer yandan, ekonominiz bu jeostratejik önem sayesinde dışarıdan gelen “kolay” paraya bir alıştı mı, kendi çarkını kendi başına döndürmeyi sürekli erteliyor. Yine bizim kitabın Giriş ve 1960-80 dönemlerinde yazdım: Bunun en iyi örneğini, Türkiye’nin Batı gözündeki öneminin en üst düzeyde olduğu 1950-80 arasında yaşadık. Bu 30 yıllık dönemde Türkiye sırf jeostratejik önemi nedeniyle rahatça aldığı dış yardım ve borçla, ekonominin açığını yüzde 42 gibi muazzam bir oranda kapatmak lüksüne sahip oldu. Ve, kazığı yedi. Çünkü bu “kazanılmamış döviz”i harcama rahatlığına alışınca, ekonomiyi ihracat seferberliğine yöneltmeyi gereksiz görmüştü. (A.S.Akat ve H.Gerger’e ilişkin dipnotları burada veremiyorum).
* * *
Ama, siz teoriyi boşverin. Ne diyor bu kritik durumda Batılı müttefiklerimiz, ona bakıp rahatlayın. Daily Telegraph “Türkiye iyi ki NATO’da” diye yazıyor. Körfez savaşı gazisi Gen. Schwarzkopf “Türkiye gerçek dostumuz” diyor. J.P. Morgan yatırım bankası, portföyü içinde Türk tahvillerinin ağırlığını artırıyor, yani Üçüncü Dünya Savaşı olasılığı sayesinde artık daha kolay borç bulabileceğiz.
Bizimkiler de kafiye tutturuyor. Hazır giyimcilerin başkanı Nuri Artok ilan etti: ABD’ye yapılacak ihracatta “Terörü Lanetliyoruz” yazılı ambalajlar kullanılacak. Uzmanımız çıkıyor, “ABD bizim Güneydoğu deneyimimizden yararlanacaktır” diyor. Başbakanımız konuşuyor: “Her türlü yardım sağlanacaktır”. (Ama, söylemiş olayım, bizim evde oğlu Batman’da komandoluktan yeni dönmüş bir Feyhan hanım var, o da şöyle konuşuyor: “O Ecevit’in savaşa gönderilecek çocuğu olsaydı, görürdüm”).
Aynen, 1950’de gibiyiz. Kore savaşı sayesinde nasıl NATO’ya girdiysek, Afganistan savaşı sayesinde de AB’ye gireceğiz. Sonra, PKK gibilerine artık göz açtırmayacak Batılılar. Çünkü ABD, NATO’nun 5. Maddesini teröre karşı işlettirme kararı aldırdı.
* * *
Güzel ama, gel de Nasreddin Hoca’nın “Peşin parayı görünce gülersin di mi, köftehor” fıkrasını hatırlama. Arkasından, gel de, sorulara boğulma. Türkiye insanına tam 30.000 cana mal olan bu “terör” konusunda 5. Maddenin işletilmesi için Türkiye NATO’ya vaktiyle kaç kere başvurmuştu, haberiniz var mı? Şimdi görebiliyor musunuz, ABD’nin Apo’yu hediye paketi yapıp Nairobi havaalanında FOB teslim etmesinin diyetini? Şimdi anlayabiliyor musunuz, Kürt sorununu bir türlü halletmeyişin, “PKK sorunu” deyip geçiverişin fiyatını? Herşeyden önce ekonomik bir kulüp olan AB’ye jeostratejik önem sayesinde girmek istemek, acemi televizyon muhabiri deyişiyle “nasıl bir duygu”? Biliyor musunuz ki, yine 60-80 döneminde yazdım, 1978’de İMF, yeni niyet mektubunu ABD’nin baskısıyla onayladı (yani kredilere yeşil ışık yaktı), ama bankalara el altından olumsuz mesaj verdiğinden bankalar kredi açmaktan kaçındılar? Biliyor musunuz ki, kapitalist ekonominin kuralları böyledir ve artık Türkiye dış borcu devletlerden değil, uluslararası bankalardan almaktadır?
Başınıza ağrı mı saplandı? Öyleyse, içinize bir nebze su serpecek bir haber vereyim de tatlı bitirelim. AB’nin yas ilanına Türkiye’nin uymamasını iftihar edilecek değil, utanılacak bişey olarak takdim eden sayın Hürriyet gazetesinin 15 Ekim 2001 tarihli, “Dışişleri Uyuttu” diyen sürmanşetinden aktarıyorum:
“Diplomatik çevrelerde Türk Dışişleri Bakanlığı’nın tutumu şaşkınlıkla karşılandı. Dışişleri ise ‘Biz perşembe günü bayrakları yarıya indirdik. Onun için gerek kalmadı. 17 Ağustos depreminin ardından bile yapılmayanları yaparak, ülkede hergün yas ilan etmek, saygı duruşunda bulunmak bizce doğru değildir’ dedi”.
Bunu diyenler, bizim 1960’lar Mülkiyesinde İnek Bayramlarında “Züppe” diye dalga geçtiğimiz çocuklar. Helal olsun size be Züppeler! Şaka bile olsa, size çok ayıp etmişiz.