Ben size ne yazayım? Dış politikayı alıp, Irak ne yaparsa yapsın ABD’nin “Uysa da vurdum, uymasa da vurdum” dediğini mi yazayım? İç politikayı alıp, tek amacın Meclis’deki koltukları kaybetmemek olduğunu mu yazayım?
Ben bu tadı kalmamış şeyleri yazmaktan bıktım; siz de okumaktan bıkmışsınızdır. Gerçi Bodrum’dan döndüm ama, buyurun, bizim evin sokağına adını vermiş olan daha ilginç bir konuyu yazayım: Zeki Müren.
Şimdi, durup dururken aklına nereden geldi, diyeceksiniz. Ankara’ya dönerkenki o uzun yolculukta dinlediğim, iki kasetten geldi. Onları dinlerken aldığım tarifsiz hazdan geldi.
Kayıtlar orijinaldi; Zeki Müren’in 1955-63 arasında yapılmış klasik kayıtlarıydı ve üstelik, bunca yılın biriktirdiği parazitler bilgisayarda temizlenmişti.
Okuduğu eserler enfesti. Tek bir ucuzluk yoktu. Bir başlıyor, “Nideyim sahn-ı çemen seyrini, cânânım yok” diye Sadullah Ağa’nın hicaz hümayun yürük semaisine girişiyor, arkasından “Yine neş’e-i muhabbet dil-ü cânım etti şeydâ” diye Dede Efendi’nin Hicaz yürük semaisini, şarkıya pek yakışan bir “mahabbet” diyerek terennüm ediyordu.
Bunu, “terennüm” (ötme, şakıma) teriminden başkasıyla anlatmaya imkan göremiyorum, çünkü bu eserleri Zeki, insanı büyüleyen ve o anda başka hiçbir şey düşündürtmeyen bir kendini verişle söylüyordu. Üstelik, klasik Türk musikisini layıkıyla hatmetmiş olmaktan gelen ve kelimelerin tam hakkını vermekle taçlanan o benzersiz telaffuzu, mükemmel terbiye görmüş o emsalsiz sesi, ve nihayet, hiç kimsede olmayan o üslubu, dönemin koşulları gereği son derece az bir enstrüman desteğiyle söylediği için bütün yalınlığıyla ortaya çıkıyordu. Müthiş estetik bir yalınlıkla…
* * *
Ben bir Zeki Müren hayranı mıyım? Hem evet, hem de hayır. Evet’ini, yukarıda söylediklerim yeterince anlatmıştır. Hayır’ına gelince. Nedenleri az değil.
Bu nedenlerin arasına; sanatçının yaşam biçimini ve onun bir miktar sonucu olan ağzı bozukluğu, laubaliliği ve hatta müptezelliği katmak biçiminde bir ucuzluğa girişmeye hiç niyetim yok. Bu onun özel hayatıydı ve istediği gibi yaşamak da sonuna kadar hakkıydı. Üstelik, gerektiği zaman kendini toparlamasını ve ortamına göre uyarlamasını da çok iyi bilirdi. Feyhan anlatır: Yıl yaklaşık 1965, daha 12-13 yaşlarında yeni yetme, o zamanın bakir Bodrumuna Avni Dilligil tiyatrosu gelmiş, birinci sırada annesiyle oturuyorlar, ama hemen arkalarında ikinci sırada oturan Zeki Müren ve taifesinin tümüyle belden aşağı sarkan esprileri ve sahneye laf atışları yüzünden fevkalade mahcup, ne yapacaklarını şaşırmış, ellerini nereye koyacaklarını bilemez durumdalar. Ara olmuş, işini bitiren babası gelip yanlarına oturmuş, durum yine berdevam. Ağır ve muhafazakar bir adam olan babası, iri vücuduyla dönüp arkaya şöyle bir bakmış, o sırada fısıldamış da olacaklar, Zeki Müren iki yanına dönmüş, “Arkadaşlar, reis beyefendi geldiler, ciddi olalım” demiş, sululuk o anda bıçak gibi kesilmiş.
Benim affedemediğim bikaç şeyi var. Birincisi, ilk plağını 1950’de doldurduğuna göre yarım yüzyıla yakın süren sanat hayatı boyunca tek bir talebe yetiştirmedi ve bunu yapabilecek bir kuruma tek kuruş yardım yapmadı. Büyük olasılıkla, kendine kimse rakip çıkmasın diye; sanatının büyüklüğüyle ters orantılı bir bencillikle.
İkincisi, zor kullanma faktörünü elinde tutan otoriteye karşı, hep tam bir yerlere kadar eğiliş teslimiyeti, edilgenliği içinde bulundu. Bunu, “devlete saygı”yla yorumlamakla tabii ki serbestsiniz; ama başkaları da oportünizmle yorumlayabilir. Belki de bu sayede, 12 Eylül darbesi, örneğin bir Bülent Ersoy’a fena halde dokunduğu halde onun yakınından bile geçmedi. O da, zaten, avansının yanına, ölümünden sonra vasiyetini de kattı: Servetini Mehmetçik Vakfına bıraktı.
Üçüncüsü, bir tarihten sonra, başka bir teslimiyete kendini bırakmakta hiçbir sakınca görmedi. Tabii ki bir sanatçı alkışla yaşardı, kendini unutulmuşluğa götürecek biçimde yalnızca eski şarkılarda ısrar edemezdi; ama bu denli ünlü ve bu denli zengin bir sanatçının kendini piyasa şarkılarına bu denli gark etmesini bununla açıklamak zordur. Arabesklerle dolup taşan kasetler yaparken, yılda bir kere olsun klasik konser verebilirdi; yapmadı. Bu da onun bir tür “müşterinin otoritesine teslimiyet”iydi, edilgenliğiydi belki de.
Dördüncüsü, ve buna çok önem veriyorum, cinsel kimliğini sürekli inkar etti. Hatta, bununla da kalmadı, tam tersi olduğunu (Antalya’da bir kadını gebe bırakan maço) ilan etti. Oysa, sözle söylemek dışında akla gelebilecek her biçimde ilan etmekte ve açıkça kanıtlamakta sakınca görmediği cinsel kimliğini sözle inkar etme yoluna tevessül etmeseydi (bu kelime yerine “sapmasaydı” demek bana yeterince kuvvetli gözükmüyor), sahip olduğu güçle ve bulunduğu mevkiyle, kendi gibilerin yaşamını çok daha insanî boyutlara ulaştırabilirdi. Burada da tam bir bencillik gösterisi sürdürdü.
İsterseniz burada keselim. Ne de olsa sokak komşumdu.