Baskın Oran

Üstünüze afiyet, bayramda Bodrum

Efendim, yengeniz Feyhan (kendi deyimiyle “doğma-büyüme”) Bodrumludur. Boynumun borcudur, her tatilde memleketine götürürüm. Vardığımız gece için “Mahmut Kaptan’ın Meyhanesi”ne Ankara’dan yer ayırtarak.

Bodrumlu kaptan Mahmut iyi tezgâh kurmuştur: Yirmi yıl kadar önce İstanbullu “anayânî” hatun Nilüfer’le evlenmiş, sonra onun mezelerine güvenip çarşının içinde küçük bir meyhane açmıştır. Tıpatıp İngiliz mahalle “pub”larına benzer, Bodrumlular için aynen o işlevi gören bir meyhane.

Garson Ramazan gün görmüş tavrıyla on kadar masaya yetişirken, Mahmut tezgâhın ardındaki stratejik mevkiinde bir yandan içer, bir yandan, masalarda yer olsa dahi tezgâhın arkasında ayakta içmeyi milli görev sayan ekiple çene yarıştırır, bir yandan da Ramazan’ın getirdiği 35’lik rakı şişelerine emme basma tulumbadan rakı çeker. Aşka gelince, ki sık sık gelir, tezgâhın tepesindeki devasa bir deve çanına şangırr diye bir yumruk indirip milletin ödünü kopartır, sonra da aynen develer gibi yanaklarını titretir: Purrrrr!. Ha, bir de hesap alır [1].

* * *

Herşey dün bırakmışız gibi, ama bir eksiklik var: Saat 22 olmuş, Roman saz ekibi daha gelmemiş! Ama dert mi, Süslü Celal kapıyor akordeonunu, başlıyor hem çalıp hem söylemeye [2]. O döktürür de, eski oryantallerimizden bir esmer bomba, adı lazım değil, hiç durur mu, bırakıyor elindeki kadehi, fırlıyor tezgâhın ardından, atıveriyor kendini ortaya. Oh be!

O sırada bir genç kız, uskumru gibi vallahülazîm, masalardan birinden kalkıp gerdan titretmeye başlamaz mı! Bizimki bir yandan göbek atıyor, bir yandan da kızın kalktığı masanın yanından geçerken:

“Oturtsanıza şunu! Şovumu berbat ediyor!”

“Sen ona bakma. Küçüklüğünden beri dansöz olmak isterdi, kalktı üniversite okudu hıyar. Oynayan gördü mü duramıyor!”

* * *

Galatasaray’ın Mallorca’yla oynadığı gece. Ahmet (Feyhan’ın efe misali, erkek güzeli, “cins” türünden kuzeni) bizi alıp Altın’a yemeğe götürmüş, yemekten sonra ben eve çalışmaya dönmüşüm, onlar maçı seyredip bana telefon edecekler, saat 01.00’den sonra Campanella’ya İlhan Feyman’ın trompetini dinlemeye gideceğiz [3].

Bir ara, müziğini sürekli dinlediğim Yunan radyosunda Galatasaray’ın adı geçiyor, kulak kabartıyorum, spiker “Ena-Tesera” diyor! Feyhan’ın sevgili takımı 1-4 yendi mi, yoksa yenildi mi; neyse televizyonu açınca öğreniyorum [4].

Feyman babayı hiç anlatmayayım. Onun kalibresinde bir sanatçı, üstelik “İl Silenzio”yu çalarken, yan masalardaki görgüsüzler kahkaha atarlarsa siz neler hissederseniz, ben de onu hissettim, deyip geçelim efendim. Ben size, bar tezgahının karşı tarafında tombul ve mahzun oturan, durmadan da etrafı süzen, ama o gece çoğunluk çift geldiği için yalnız kalan kırmızılı sarışından söz edeyim.

Kapıdan tipik bir maganda girdi. Hâzâ, bir adet kalas. Baktım, kırmızılı sarışının gözleri parladı. Kıpır kıpır. Biraz sonra yerinden kalktı, yakınına gidiyor. Bir bahane bulup adamla konuşuyor. Şimdi de dansa kaldırıyor! Ama adam vazife yapar gibi. Kadının belini tutmuyor bile. O ilgisiz durdukça, bizimki üstüne tırmanıyor. Vay anasını be, bu ne hız? Demek burada bu işin raconu bu!

Biraz sonra baktığımda, kırmızılı sarışını yine mahzun, yine yalnız görüyorum. Feyhan’a soruyorum, hatun tuvalete gittiğinde herif kirişi kırmış. Ne seçici magandalar varmış yahu.

Saat 04.00. Biz kalkıyoruz. Ahmet, âdeti üzerine, kapatmadan çıkmaz. Ertesi öğlen kalkınca telefon ediyorum. Ne yaptın kırmızılı sarışını, sen teselli edeydin bari, diyorum.

Sondaj yapınca, “Eski sevgilimle arayı düzeltmeye çalışıyorum, bakarsın yine gelir” demiş mahzun mahzun…

***

***

[1] Mahmut’un kötü tarafı, yazları kapalı oluşudur; bir Alman’ın teknesiyle tura çıkar. Bir de, oturacak yerleri taburedir. Ama, netameli belim ağrımasın diye Ramazan civar dükkanlardan bir plastik iskemle ayarlar her seferinde: Bodrum’da, eğer çok hıyar biri çıkmadıysanız, “enişte”lere gerçekten pek itibar gösterirler. (Bir gün hatırlatın bana, daha bu ülkede turizmin t’sinin duyulmadığı zamanlardan beri onca cıbıldak turiste gık demeyen Bodrum yerlilerinin birbirlerini nasıl sıkı bir toplumsal denetim altında tuttuklarını, aslında ne kadar muhafazakâr olduklarını size bir anlatayım da, dinleyin).

[2] Kendisi Bodrum’un emekli trafik polisi olur; İstanbul’un ünlü trafik müdürü Süslü İhsan’ın yanında yetişmiştir. Nam-ı diğer “Atom Karınca”dır.

[3] Altın Pınar Mülkiye’dendir. Sonra Fransa ve İtalya’da her nedense birer doktora yapmış, arkasından da eşi Nilgün’le eski Bodrum yolunda, ormanın içinde, amcasının anısına bir “Selahattin Pınar Çiftliği”  açmıştır. Yemekleri karı-koca yaparlar ve sunarlar. Altın, rakıları leğene boca eder, ispirto kokusu uçtuktan sonra içirir. Girerken kapıdaki “İster kendin pişir, ister biz pişirelim. Memlekette hürriyet var” ilanına bakmayın, gelenlere (her gelene de değil; çünkü gözü tutmadığına “doluyuz” diyor) ne yiyeceklerini bile sormaz. Sadece içeceğini sorar. Ama kimsenin itiraz ettiğini görmedim, çünkü yedirdikleri itiraz kabul edecek şeyler değil. Bir fikir vermek için söyleyeyim, “Slow Food Derneği” (yaa, neler var!) yemeklerini burada veriyor.

[4] Ena’nın 1, tesera’nın 4 olduğunu 1970’lerden bilirim: Albaylara karşı gençler, anayasanın 114. maddesini hatırlatmak için “Ena, Ena, Tesera!” diye bağırırlardı.

Önceki Yazı
Sonraki Yazı