Geçen hafta Mısır’da idim. O muazzam ilginç ülkeyi size biraz olsun anlatmak isterdim. Ama, “konserve” (yani, daha önce yazılıp bırakılmış) olduğunu herhalde fark ettiğiniz geçen haftaki yazıdan sonra, ülkenin bu durumunda günceli işlemek şart gibi geldi bana. Ama lütfen unutturmayın, size Mısır’daki gözlemlerimi daha sonra olsun anlatmalıyım.
Acaba lütfedip kaç kuruş yeni borç verecekler diye debelenmek yüzünden, meselelere kuşbakışı bakmayı beceremediğimiz bir ortamda, bugün deşmek istediğim konu şu: Ekonomik liberalizm (kapitalizm) uygulaması sırasında siyasal liberalizm (demokrasi) uygulaması mümkün müdür, değil midir, kalkınma için yararlı mıdır, zararlı mıdır?
* * *
12 Eylül’de bize dediler ki, 24 Ocak gibi bir “reform” (yani uluslararası kapitalizme uyum programı) ancak 12 Eylül gibi otoriter bir ortam olursa uygulanabilir, hiç sesinizi çıkarmayın, başka çaresi yok, sabredecek ve selamete çıkacaksınız, dediler. Biz de peki dedik, ulusça selamete çıkacağız diye sıktık dişimizi.
Sıktık da, diş kalmamak önemli değil, selamete de çıkamadık. 24+12 formülü çanımıza ot tıkadığıyla kaldı ve bugün yine uluslararası dilenci durumundayız.
* * *
Oysa, küreselleşmenin içine emilen ve uluslararası kapitalizmin ihtiyaçlarına göre apartopar yeniden yapılanmak zorunda bırakılan Türkiye bu denli aşağılayıcı hallere kadar düşmeyebilirdi.
Ama, bunun olabilmesi için, 24+12’cilerin söylediklerinin tam tersine, kapitalist dönüşümün demokrasi içinde yapılması gerekirdi. Altı kaval üstü şeşhane (şeşhane tüfek demektir, “şişhane” yanlıştır) bir biçimde, altyapısı kapitalizm üstyapısı milliyetçi diktatörlük uygulamasıdır ki Türkiye’yi bu hale getirdi.
Neden getirdi, çünkü demokrasi yokluğu şeffaflık yokluğu demekti. Şeffaflık yokluğu, ülkeyi hortumlayan nâmertlerin ortaya çıkartılamaması demekti. Bir nâmert ortaya çıkartılamayınca, yanına bin nâmert otomatik biçimde ekleniverdi. Hortumlama ilke halini aldı ve önlenemez duruma geldi çünkü önlemekle görevli olanlar da pisliğe bulaştı. Yani, İzmir Atatürk Lisesindeki edebiyat hocam “Kalın Behçet”in deyimiyle süpürgenin üzerine edildi.
* * *
Peki, demokrasi niye uygulanamadı? Niye uygulanamayacak, bir yandan “milliyetçiler”in bir yandan hortumcuların “Komünizm Geliyor!” ve “Ülkemiz Bölünüyor!” çığlıklarıyla yarattıkları toplumsal histeri ortamı sayesinde uygulanamadı.
Bir avuç komünistin etkinliği Türkiye gibi bir ülkede sistem açısından pek mi vahimdi, yoksa provokasyonla mı öyle gösterildi? Taksim’deki büyük otellerin çatısından 1 Mayıs kutlayıcılarının üzerlerine otomatik tüfeklerle kimin ateş edip katliam yaptığı bugüne kadar ortaya çıkarılabildi mi?
12 Eylül’den önce PKK mı vardı da ülke bölünüyordu, yoksa PKK’yı 12 Eylül mezalimi cezaevlerinde helâ taşı yalatıp canlı canlı fare yutturarak imal mı etti?
* * *
Peki, kapitalizmle birlikte demokrasi uygulanabilir miydi?
Osmanlı’dan beri süregelen sermaye birikimi modeli hep kamunun talan edilmesine dayandı. En kolay ve etkin usul hep bu oldu. Bu model oldukça, sermaye birikimi devletin soyulması temeline dayandıkça, şeffaflığın sağlanmasına yani demokrasinin uygulanmasına izin verilmesi zordu. Nitekim, verilmedi.
* * *
Son bir soru: Bu ilkel sermaye birikimi tamamlanıncaya kadar da verilmeyecek mi?
Moda deyimle “dibe vurmak” gerçekleşmedikçe, muhtemelen hayır. Her zaman için “milliyetçi” bir slogan icat etmek mümkün şu anki durumun devam etmesi için.
Zaten, eğer bu sorunun cevabı “evet” olsaydı, Türkiye gerçekten dibe vurmadan (yani, canı burnundan fitil fitil gelen halk, Ulan Siz Ne Yapıyorsunuz, Canımızı da mı Hortumlayacaksınız Bre Namertler, diye dikilmeden) sermaye birikimi modelini rasyonelleştirebilirseydi (yani devletin soyulmasını önleyebilseydi), büyük devlet olurdu.
Böyük Türkiye! Böyük Türkiye!