Hani, tarihte bize okutmuşlardı, Papa III. Leo’nun 800 yılında Frank Kralı Charlemagne’a imparator unvanı vermesiyle kurulan bir Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu vardır ya, Voltaire şöyle dermiş:
“Ne kutsaldı, ne Romalıydı, ne Germen’di, ne de impatorluktu!”
Gerçekten de doğruydu. Bu oluşumun “kutsal”lığı, “Kutsal Roma İmparatorluğu” unvanı hiçbir zaman resmen kullanılmadığı halde 1157’den sonra ortalıkta “Kutsal İmparatorluk” (sacrum imperium) diye bir laf dolaşıyor olmasındandı; “Roma”lılığı 5. Yüzyılda ortadan kalkmış Batı Roma’nın anısını canlandırma hevesindendi; “Germen”liği hükümdarın genellikle Alman kralı olmasındandı; “imparatorluk” olmasına gelince, feodal beyliklerin gevşek bir konfederasyonu olmaktan öteye geçtiği yoktu.
Bununla birlikte, Kutsal Roma Germen İmparatorluğu tarihte çok önemli bir işlev gördü: Kuzeyden ve doğudan gelen vahşi Vandal akınlarının can, mal, ırz bırakmadan hallaç pamuğu gibi attığı Avrupa’da “Karanlık Çağlar” kaosunu sona erdirerek, ciddi bir düzeni ifade eden feodal “Ortaçağ”ı başlattı ki, bence tarihin en doğurgan çağıdır.
Cuma cuma nereden çıktı şimdi bu tarih dersi? Nereden olacak, gazeteler DSP’de Sema Pişkinsüt’ün genel başkan adayı olması üzerine kopan pantomimayı “Ne demokratiktir, ne soldur, ne de partidir” diye ballandıra ballandıra yazınca aklıma geliverdi.
* * *
Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu alabildiğine ciddi bir işlev görmüştü ama, “Voltaire’ci” açıdan ona çok benzediği için olacak, Ecevit de ondan geri kalmadı. O da iktidarları sırasında Türkiye’ye müthiş doğurgan bir çağ yaşattı.
Ecevit üç kere iktidara geldi. Birinci iktidar döneminde (1974) Kıbrıs’a çıktı. Öyle bir çıkış çıktı ki, bir daha kimse geri çıkamadı.
Bunun yanı sıra, İmam-Hatiplerin 1971’de kaldırılmış olan orta okullarını (ilk üç yıl) yeniden açtı ve böylece büyük bir hoşgörü örneği vermiş oldu. Ayrıca, bu sayede, sokaklarda ziyan zebil olacak 11 yaşındaki sübyanlar okuyup büyüyünce “İslam’ın Seçkinleri” oldular.
Gerçi, askerler bu gidişi 1997’de resmen süngü dayayarak önlediler. Ama buna karşı eski solculardan “Böyle demokrasi mi olurmuş?” itirazlarının yükselmesi Türkiye’nin derin hoşgörü ortamının artık inşa edilmiş olduğunu gösterdi ki, bu da “netçe itibariyle” Ecevit’in eseridir. (Böyle deyince aklıma geldi, Ecevit hiç kin tutma âdeti olmadığını, ezeli rakibi Demirel’i anayasaya rağmen tekrar cumhurbaşkanı yapma çabaları sergileyerek kanıtlayacaktır).
İkinci iktidar döneminde (1978-79) Ecevit ithal ikamesi politikasına, Türk insanının engin bir tecrübe birikimi kazanmasına, ve ayrıca güzel komşuluk ilişkilerinin eski günlerdeki gibi gelişmesine yol açarak tarihe geçti.
Çünkü millet, çiçek yağı bulamadığı için kolza yağı kullanmayı, ampul bulamadığı için filaman tamiri yapmayı (çarşı arasında ustalar türemişti ve resmen ampulün dibini açıp, içindeki filamanı tamir edip kapatıyorlardı, havasını da alıyorlardı, ben İzmir Kemeraltı’nda gözlerimle gördüm), sigara bulmak için tütün bayiini hoş tutmayı, bir bakkala Sana yağı gelince birbirlerine haber vermek için cansiperane çabalar harcamayı ve böylece dayanışma denilen o güzel olayı yaşamayı öğrendiler.
Anadolu insanı, bir tek, bulunamayan tuzun yerine koyacak başka bisey icat etmeyi başaramadı o devirde, o kadar. (Bununla birlikte, Afrika’da tuzu hiç tanımamış kimi kabilelerde hiç kalp hastalığına rastlanmadığı anımsandığında, Ecevit bu yolla da Türk insanına katkı yapmış oluyordu).
Ecevit, birinci (1974) ve üçüncü (1999) iktidar dönemlerinde Türkiye demokrasi tarihine büyük özveri enjekte etti: İdeolojik bakımdan karşısında bulunan partilerden İslamcı MSP’yi 1974’te, Türk-İslam Sentezci MHP’yi de 1999’da eliyle iktidara getirdi ve böylece ikisini de ihya etti. Bunu kimse yapmazdı.
Ecevit, ülkenin egemen sınıfı büyük burjuvaziyi bir “milli burjuvazi”ye dönüştürme açısından dünya literatüründe hiç rastlanmamış bir başarı da kazandı. Küreselleşmeci TÜSİAD’ın başkanı Tuncay Özilhan’a “Hükümet milliyetçi ama, şirketler elden gidiyor; (…) Türkiye’nin fabrikalarının, bankalarının, ticari işletmelerinin yok pahasına yabancılara satılmasına neden olacaklardır” (Sabah, 13.04.2001) dedirtmeyi başardı.
Son olarak, karakollardan Filistin Askısı toplayıp TBMM’ye getiren ama kamuoyundan ses getiremeyen Dr. Sema Pişkinsüt, partisi MHP’den izin almadan Meclis başkanlığına soyunan Sadi Somuncuoğlu’nun akıbetine uğrayınca, birdenbire TBMM İnsan Hakları Komisyonu başkanıyken yaptıklarını duyurmak fırsatını buldu ve böylece Ecevit Türk demokrasi tarihine de son katkısını yapmış oldu.
Son katkı? Ben söylemedim. Allah söyletti herhalde…