21.10.2013 tarihli haber: “Adalet Bakanlığı, başsavcılıklara gönderdiği yazıda, Gezi Parkı eylemlerinde gözaltına alınan şüphelilerin tutuklama tarihi, tutuklama sebebi, tutuklama talebinin reddi sebebi, tahliye tarihi, tahliye sebebi gibi bilgilerin gönderilmesini istedi.”
İstatistik yapacağız, demişler. Bunun ardından neyin geleceğini tahmin kolay. Gezi’ye ucundan köşesinden bulaşmış her kişi ve hatta kuruluştan (mesela, Koç Holding) intikam almaya ahdetmiş, “Sapanlı teyze”yi bile tutuklatmış AKP iktidarı, şimdi de Gezicileri tutuklamayan savcı ve yargıçları bilmek istiyor. Türk Yargısı zaten şahtı, şimdi AKP onu şahbaz edecek. Yargı bunu kendisi hazırladı. Anlatayım:
Bize Mülkiye’de ilk öğretilenlerden biri, Yargı’nın olmazsa olmaz iki niteliğiydi: Tarafsızlık ve Bağımsızlık. Ama bir şeyi söylemeyi unuttu hocalarımız: “Bağımsız olması için, Yargı’nın tarafsız olması gerek”. Türk Yargısı ne tarafsız oldu, ne de bağımsız.
Tarafsız olmadı. Bugüne kadar kamuoyunu en yakından ilgilendiren iki dava türünde mâşerî vicdanı çok fena yaraladı. Cinsellikle ilgili davalarda kadını öldüren adama “tahrik vardır”, çocuğun ırzına geçene de “rıza vardır” diyerek bin türlü hafifletici sebep uyguladı ve gülünç cezalar verdi. Ama devletle ilgili davalarda tam tersini yaptı. 12 yaşındaki N.Ç.’nin defalarca ırzına geçenler 4 yıl 2 ay’la kurtulurken (2010), pankart açan 6 yıl 8 ay (Kasım 2012), polis aracına taş atan 15’lik Berivan 7 yıl 9 ay aldı (Ocak 2010).
Bağımsız olmadı. Çünkü bağımsızlık; yargıcın hem Devlet’ten, hem Toplum’dan, hem de bizzat kendisinden (kendi ideolojisinden) bağımsız olması demekti (S. Selçuk, Özlenen Hukuk, Yaşanan Hukuk, s. 184-193). En önemli olanı da bu sonuncusuydu. Yargı, bu üçüne her zaman bağımlı oldu:
Devlete bağımlılık
Türk Yargısı işin başından beri Devlet’e bağımlıydı: İstiklal Mahkemeleri, Tek Parti dönemi, Yassıada Mahkemesi, Örfi İdare/Sıkıyönetim Mahkemeleri, Olağanüstü Hal Mahkemeleri, Devlet Güvenlik Mahkemeleri, şimdi de dosyadaki kanıtları ve tanıkları avukatlara bile göstermeyen Özel Yetkili Mahkemeler.
İktidarda kim var, hiç fark etmedi. 12 Eylül’de Kenan Evren, bir doğu gezisi sırasında, meralarının ta 1950’lerde mahkeme kararıyla başka bir köye verildiğinden şikayet eden köylülere 16 Şubat 1986 Pazar günü aynen şöyle demişti: “Ne yapalım, mahkemeler bazen bizim istemediğimiz bir kararı da veriyor”.
Hiçbirimiz yadırgamamıştık, çünkü ona ve dönemine yakıştırmıştık. Tabii, BDP milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılması konusunda Başbakan Erdoğan’ın 5 Eylül 2012 günü şunu söyleyeceğini o zaman bilebilseydik, daha bile yakıştırabilirdik: “Yargıya zaten gerekenleri söyledik, yargı da gereğini yapıyor, biz de parlamentoda gereği neyse onu yapacağız”.
Topluma bağımlılık
Türk Yargısı özellikle Toplum’a daima bağımlı oldu, çünkü neredeyse tümünün geldiği toplumsal kültür “taşra kültürü” idi (Yargıç F. Özsu, Radikal İki, 25.09.2011). Mukaddesatçılık-muhafazakarlık-milliyetçilik üçlüsünün kalesi kasabalarda yetişen Yargı mensupları, ki AKP’nin ortamı da aynen budur, en büyük olarak kaymakamı ve yargıcı bildi. Hatta yargıç daha da büyüktü çünkü kaymakamı da tutuklayabiliyordu. Böylesi dokunulmazlığı olan bir sınıfa atlamanın tek şartı da, iktidarın ideolojisi neyse ona sıkı sıkı sarılmaktı.
Devlet’te bağımlılığın katmerleşmesi de işte bu son noktada oldu. İktidar kiminse, Türk Yargısı TC tarihi boyunca onun peşinde bir uçtan ötekine savruldu. Ama, iki zihniyetten hiç kopmadan: Birey’i Devlet’in kulu sayan zihniyet; bir de, o dönemin gayrimüslim, solcu, LGBT, İslamcı, kadın, Kürt gibi farklı kimliklerini inkar eden zihniyet.
Birinci zihniyetin en canlı ifadesi, savcı ve yargıçlar nezdinde yapılan bir TESEV araştırmasına yansıdı: “Benim ülkem söz konusu olduğunda hukuk mukuk dinlemem” (M. Sancar-E. Atılgan, Adalet Biraz Es Geçiliyor s. 135-140).
Yukarıda bahsettiğim üçlü atmosferde yetişmenin yanı sıra, tabii ki hepsi değil ama, Yargı’nın ezici çoğunluğu hiç kız arkadaşı olmadan evlenen, tayin yerinde savcı, kaymakam ve komutan dışında kimseyle görüşmeyen, yabancı dil bilmeyen, konsere gitmeyen, hiç pasaport çıkartmamış olanlardı. Böyle olmayıp da “mesleğe yakışmaz” diye HSYK tarafından reddedilen 26 yaşındaki stajyer yargıç Didem Yaylalı, 22.08.2013 sabahı Fethiye’de otel odasında ilaçla intihar etmiş bulundu. Kayseri’de “disiplinsizlik ve ahlaki durum”dan Hava Kuvvetleri’nden atıldığının ertesi günü (07.11.2012) beylik tabancasıyla intihar eden 29 yaşındaki Üsteğmen Nazlıgül Daştanoğlu’nun yanına gitti vardı. Adalet.org sitesine Ankara’daki Gezi protestolarını yazmıştı. Hafta sonları tayt giydiğini söylediler. Bira dışında içki bilmezdi, alkolik dediler. Saçları kızıldı…
İkinci zihniyetin örnekleri bol çeşitli oldu. Birer örnek sadece: Yargıtay, cemevlerinin ibadethane olmadığına karar verdi (Temmuz 2012). Anayasa Mahkemesi, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesini önlemek için “367 Kararı”nı dünya hukuk skandalları tarihine geçirtti (Mayıs 2007).. Danıştay, Alevi öğrencinin zorunlu din dersinden muaf sayılmasını reddetti (Ağustos 2012).
Kendi ideolojisine bağımlılık
Türk Yargı mensubunun bağlı olduğu ideoloji, melez idi: Toplum’dan gelen muhafazakarlık ile Devlet’ten gelen Kemalizm’in, Yargı mensubunun kişiliğinde birleşen melezi. Cinsiyetle ilgili davalarda görülen erkek-egemen tavır kasabadan, devletle ilgili davalardaki tavır da Kemalizm’den geliyordu. Bu sebeple, Birey’e laiklikle ve milliyetçilikle tahakküm eden Kemalist devletten, Birey’e İslam’la ve milliyetçilikle tahakküm eden AKP’ye geçiş zor olmadı.
Bu durumda Türk Yargısı AKP tarafından niye şahbaz edilmesin diye geliyor insanın aklına. Kadınları öldüren erkeğe veya öğrencileri öldüren polise cezasızlık, ama başbakana çizilen kedi karikatürüne ceza üzerine inşa edilmiş bir mekanizmaya acır mı iktidar?
Not: Bir reform olduğunu söylemiştim, geri alıyorum. Paketin içi boşaltıldı çünkü Kürtçe eğitim sadece lisede olacakmış. Hepimizle alay ediyor AKP. Farkında değil, kendisiyle de.