Çok sıkı paslaşan, birbirlerine çok benzeyen iki başına buyruk liderden biri, Trump gitti. Hayırlı olsun. Erdoğan ise şu sırada, patlamakta epey geç bile kalmış çok ciddi bir sorunun başlangıç kısmında. Hem rejim hem devlet krizi. Ayrıca, aile.
İki lider birbirine çok benziyor ve bu benzerlik Türkiye’yi çok ilgilendiriyor. Ben özetleyeyim, yorumunu siz yapın,
1) İkisi de siyasette din’e büyük yer veriyorlar.
Biri Beyaz Saray’dan yürüyerek yakındaki kiliseye gidiyor, İncil’i aksesuar ve kiliseyi de dekor yapıp fotoğraf çektiriyor. Diğeri ise en önemli mesajlarını Ak Saray’dan çok cami çıkışlarında veriyor.
İkisi de dinlerinin en muhafazakar tarikatından kuvvet alıyor: Biri Evanjeliklerden yani ABD’nin en dinci ve muhafazakar kesiminden, diğeri Nakşibendilerden.
Fark şu ki, anayasasında laikliğe büyük vurgu bulunan Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş tüm resmî törenlerde baş tâcı edilirken, anayasasında “secularism” kelimesi geçmeyen ABD’de Piskopos M. E. Budde, Trump’ın dinci şovuna ciddi tepki gösteriyor: “Başkan İncil’i kullandı; Yahudi-Hıristiyan geleneğinin en kutsal metnini. Ayrıca, benim piskoposluğumun kiliselerinden birini, iznim olmadan İsa’nın öğretilerine ve kiliselerimizin temelini oluşturan her şeye karşıt bir mesaj için zemin olarak kullandı ”.
Dolayısıyla, ikisi de popülizm babında yani kitlelerin pek bayıldıkları şeyleri yapmakta üstat. Kullandıkları kelimelerle, hitap biçimleriyle, vücut dilleriyle, öne sürdükleri simgelerle…
***
2) İkisi de yayılmacı.
Çapları yettiğince. Trump tüm dünyaya yayılıyor, Erdoğan ise sadece Suriye’ye, Irak’a, Libya’ya, Kafkaslardaki Azerbaycan-Ermenistan kavgasına. Bu kadar söyleyip geçelim; bunlar herkesin fazlasıyla bildiği şeyler.
3) İkisi de söylem ve eylemlerinde militarizme büyük yer veriyorlar.
En az din meselesi kadar önemli bir benzerlik. Hem ülkelerinin silahlanması açısından hem de kendilerine yakın kesimlerin paramiliter güç oluşturur gibi bireysel silahlanması açısından.
Özellikle, gitmemek için her şeyi yapan Trump’ın kaybettiği belli olduktan sonra silahlı taraftarlarının sokaklara döküldüğü ve hatta ateş ettiği bir ortamda bu konu Türkiye açısından yakın gelecekte çok önemli olabilir. Onun için daha ayrıntılı ele alalım.
Trump bu silahlanma işini 1788 tarihli ABD Anayasası’na 1791’de getirilmiş “İkinci Değişiklik”in yorumuna dayandırıyor: “İyi düzenlenmiş milis kuvvetleri özgür bir devletin güvenliği için gerekli olduğundan, halkın silah bulundurma ve taşıma hakkına dokunulamaz.”
Oysa Türkiye tarihinde istismar edilebilecek böyle bir anayasal gelenek yok. 2017 istatistiklerine göre günde 17 kişinin silahlı saldırıya uğradığı ve son on yılda 15.625 kişinin ateşli silahlarla öldürüldüğü bir ülkede bireysel silahlanma iktidarın kararlarına dayanıyor. Süreç kısaca şöyle götürülüyor:
Önce, aynen Şeyh Sait İsyanı gibi iktidarın fevkalade işine yarayan bir olaydan, yani “Allah’ın bize büyük bir lütfu” 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsünden 4 gün sonra Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı Şeref Malkoç bireysel silahlanmayı meşrulaştırıyor: “Darbeye teşebbüs edenlere karşı milletin meşru müdafaa hakkını savunması için ruhsatlı silah verilmesinin önünün açılması lazım”. Arkası sökün edecek:
Aralık 2017’de bir KHK düzenlemesiyle, tek dönem dahi belediye başkanlığı ve muhtarlık yapan kişilerin silah bulundurma ve taşıma ruhsatı alması kolaylaştırılıyor; bu kişiler ruhsat harcı da vermeyecekler.
Ekim 2018’de koruculara ve emekli koruculara bireysel silah taşıma ruhsatı dağıtılıyor.
Ocak 2019’da her şeyin fiyatı artarken mermi fiyatları indiriliyor. Gerekçe, nadir görülür zarafette: Hulusi Akar, “Mermi fiyatlarında indirim yaparak enflasyonun psikolojik etkilerinin azaltılmasına yönelik endirekt bir etki yaratmayı hedefledik” diyor.
Kasım 2019’da, bi korumalar ordusundan zaten yararlanan üst düzey Ak Saray mensuplarına süresiz silah ruhsatı hakkı tanınıyor.
***
Bütün bunlarda dikkati çeken şey şu:
“Ruhsatlı” denilerek, silah artışının kontrol altında tutulduğu izlenimi bırakılmak isteniyor. Ama, araştırmalara göre her dört kişiden birinin ateşli silah sahibi olduğu Türkiye’de 20 milyon ateşli silaha karşılık, 2016 itibariyle polis bölgesinden çıkartılan ruhsat sayısı sadece 688.843. Bunun tek anlamı, kayıt dışı silah sayısının muazzamlığı.
Bu silahların kimlerin elinde olduğunu bilemem de, AKP-MHP iktidarında “resmî” silahların durumu belli: AKP’nin 2007 seçimleri öncesi kaldırdığı “bekçi baba”lar, 18 Mart 2016 tarihli kararnameyle “çarşı ve mahalle bekçileri” adıyla geri getirildi. Bu kolluk kuvveti Türkiye’nin “belli” yerlerinde görev yapacaktı: Şırnak, Hakkari, Urfa, Mardin ve Diyarbakır il merkezi ve ilçelerinde.
Sonra bütün Türkiye’ye genelleştirilen bekçiler, Haziran 2020’den itibaren polis memurları gibi 7/24 silah taşıyabiliyor, kimlik sorabiliyor, üst-baş ve araba arayabiliyor, silah ve zor kullanabiliyor. Sayıları Eylül 2020 itibariyle 28.773’e ulaşmış bulunuyor. Sivil dolaştıkları zaman da silah taşıyabiliyorlar; bunun için ayrı bir ruhsat gerekli değil. İzin veya istirahat gibi görev başında olmama durumlarında da tabancaları üzerlerinde kalıyor.
***
Lafı bağlayalım:
Trump ile Erdoğan arasında çok güçlü bir benzerlik ve bağ var. Bu dostluk çeşitli durumlarda birincinin (her nedense,) ikinciyi korumaya alması olaylarında çok belirgin:
Mesela, ABD’nin IŞİD’e karşı en önemli müttefikinin Suriye Kürtleri olduğu açıkça ilan edildiği halde Trump’ın Suriye’de asker azaltma yoluyla bu insanları iyot gibi açıkta bırakarak Erdoğan’a yer açması olayında. Libya’ya Erdoğan müdahalesini sorun yapmamasında. D. Karabağ olayında Erdoğan’ın F-16, SİHA ve Suriyeli militan sevk etmesine ses çıkartmamasında. Özellikle de, NATO üyesi Türkiye’nin Rus S-400’leri satın alması ve denemesi olayında.
Bunların hepsi, Trump’ın Kongre’deki her iki partiyi de karşısına alma pahasına gösterdiği büyük dostluklar. Fakat içlerinde öyle bir “kıyak” var ki, diğerlerinin toplamının bilmemkaç’la çarpılmasına bedel: Halkbank olayı.
Buyurun, bir muazzam benzerlik daha:
Geçen hafta özetlediğim, Zarrab’ın İran ticareti skandalında Halkbank (ve dolayısıyla Türkiye’deki rejim) ABD mahkemelerinde okkanın altına gitmekteyken Trump “dostluk icabı” müdahale etti ve büyük şimşekleri üzerine çekme pahasına süreci durdurdu.
Şeytan ayrıntıdaymış: Bağımsızlığı dokunulmaz addedilen Yargı’ya müdahalenin büyük günah sayıldığı ABD’de bu Halkbank müdahalesini, lobi şirketlerini de harekete geçirerek arka planda götüren 3 damat var deniyor: A. Doğan’ın M. Ali Yalçındağ’ı, Trump’ın J. Kushner’i ve Erdoğan’ın B. Albayrak’ı.
Buradan çok şey çıkacağa benzer. Çünkü Temmuz 2019’da getirildiği Merkez Bankası başkanlığından geçen hafta azledilen Murat Uysal, Reza Zarrab’ın İran işinde Halkbank üzerinden rüşvet ve kara para aklama faaliyeti gösterdiği belirtilen 2011-2014 döneminde bankanın 2 numaralı yetkilisi. Ardından da, B. Albayrak bakanlıktan istifa ediyor, pardon, “Cenabı Allah sonumuzu hayreylesin” dediği istifadan 27 saat sonra “görevden af” ediliyor.
Neresinden tutsan elinde kalan bu olayın mahkemeye götürülmesini engelleyen Trump şimdi gittiğine ve (Trump dostluğu icabı Erdoğan’ın da ancak 4 gün sonra tebrik ettiği) Biden kazandığına göre neler olacak bakalım.