Evvelki hafta, bendenize ve Prof. Kaboğlu’na yapılan hakaretlerin bağımsız yargıçlarımız tarafından nasıl aklandığını yazmıştım. Ama yazarken huzursuzdum, devamlı düşünüyordum: “Ben bunları bir yerlerde duydum veya okudumdu, ama nerede?” Dün hatırladım nihayet. Bir kitap ve bir makale. Kitap: III. Reich’ta Yargı. Makale: ‘Alman Yargıcı ve Demokratik Yasa’. I. Dünya Savaşı ertesinde kurulan demokratik Weimar Cumhuriyeti’ndeki bağımsız yargıçların hakaret davalarında verdikleri kararlar. Yorumsuz aktarıyorum; bakalım tanıdık gelecek mi:
Alman yargıçlarının ‘hoşgörü’sü
1) Birtakım şahıslar, Weimar Cumhuriyeti’nin Yahudileri şımarttığını kastederek, “Yahudi Cumhuriyetine ihtiyacımız yok!, Yahudi Cumhuriyetine yuh!” diye Weimar Cumhuriyeti’ne saldırıyorlar. Bir ceza mahkemesi bunları devlete hakaretten mahkûm ediyor.
Yüksek Mahkeme mahkûmiyeti bozuyor: ‘Yahudi Cumhuriyeti terimi farklı anlamlarda kullanılabilir. Yahudilerin, geniş halk kesitlerinin nazarında gerçekten de sürdürdükleri aşırı iktidar ve etkiler de kastedilmiş olabilir. O halde hukuki hata ihtimali mevcuttur. Bu nedenle mahkûmiyetin bozulmasına…’ (459/1923, VII 805)
2) Yahudilere şu şarkı sözleriyle saldırılıyor: “Çelik miğferlerde gamalı haç, siyah-beyaz-kırmızı bant, Erhard tugayıdır adımız, Yahudi cumhuriyetine yoktur ihtiyacımız. Atın onları dışarı, dışarı atın, dışarı atın!”. Dava açılıyor.
Yüksek Mahkeme kararı: ‘Bu şarkı sözlerinin muhatabı yalnızca bir Yahudi’dir. Cumhuriyete karşı bir gösteri amaçlanmamış ve yapılmamıştır. Bu, Cumhuriyete hakaret olarak görülemez’. (747/1923, XI 1192)
3) Yine bir Yahudi’ye hakaret ediliyor. Dava açılıyor, 1924 tarihli karar:
‘Davalı, tamamen sakin, devlete tamamen sadık bir vatandaş olarak inandırıcıdır. Bu nedenle, ondan cumhuriyetçi devlet biçimine hakaret etmesini beklemek yanlış olur. İfadelerinin Yahudi’ye yönelik olduğu kanıtlandığı için beraatına…’. (7 W 19/24).
4) Yine bir Yahudi’ye “O bir Yahudi piçidir, hizmetçi bir kızdan gayrımeşru olarak peydahlanmıştır. Yüzüne bakan herkes bunu anlar” diye hakaret ediliyor. Dava açılıyor, karar:
‘Hakaretten söz etmek için tarafların dünya görüşleri, yaşam biçimleri ve ifadenin hangi anlamda kullanıldığının tespiti önemlidir. Davalı, bu ifadeleri, Alman halkının yabancı ırklara mensup olanlarca ekonomi ve politikada esir alınmasına savaş açan nasyonal-sosyalist partinin bir mitinginde kullanmıştır. Konuşmanın bağlamından, davalının ‘piç’ ifadesiyle farklı ırklara mensup ebeveynden olma insanları kastettiği anlaşılmaktadır. Bu durumda hakaretten söz edilemez’. Artık hiç olmazsa bu tanıdık gelmiştir!
Adolf: ‘Ne yaptımsa vatanım için yaptım!’
Valla, bu hakaretler bizlere yapılanların (ve bağımsız Türk yargıçları tarafından teker teker aklananların) yanında zemzemle yıkanmış. Ama anlatıyı bozmayalım. Tam da bu “hoşgörülü” mahkeme kararları çıkarken, Adolf Hitler’in SA’ları harekete geçmiş: 1923’ün 1 Mayıs günü, işçilere saldırıyorlar. Tüm sanıklar beraat. Bunun üzerine Hitler birkaç ay sonra, niye yapmasın ki, Almanların I. Dünya Savaşındaki efsanevi kahramanı General E. Ludendorff’un da katılımıyla, 8-9 Kasım’da Münih’te darbeye girişiyor.
O zamanki Alman Ceza Kanunu’nun 81. maddesi anayasayı cebir yoluyla değiştirme fiiline müebbet öngörüyor. Ama Hitler, duruşmada “Ne yaptımsa vatanı kurtarmak için yaptım!” diyor (tanıdık geldi mi?) ve yalnızca 5 yıl alıyor. (M.Sancar, Birgün, 20.05.07)
Bu karar, özetlenmeye değecek bir karar. Şöyle:
“Sanıklar saf vatansever bir ruha ve tamamen soylu bir iradeye sahiptir. Her ne kadar, Cumhuriyeti Koruma Kanunu’nun 9/2 maddesi gereğince Adolf Hitler’in [Avusturya vatandaşı yani yabancı olması nedeniyle] sınırdışı edilmesi gerekiyorsa da, bu şahıs kendini Alman kabul ettiği, 4,5 yıl Alman ordusunda askerlik yaptığı ve büyük cesaretiyle temayüz ettiği için, bu cezanın uygulanmamasına…”.
Hitler sekiz ay yattıktan sonra iyi halden serbest bırakılıyor. (Tanıdık geldi mi?)
General Ludendorff? “Darbe yapıldığı bilincinde olmadığından” (“bunamış” mı yani?) ve “yüksek hizmetleri gözetilerek”, beraat. (bkz.). Kendisinin, duruşmalar sürerken Askerî Tıp Akademisi’ne sevk sonucu “sağlık nedenleriyle” tahliye edilip edilmediğini henüz saptayamadım, bakıyorum.
Bütün bunları, yine en başta verdiğim kitapta geçen ve Perihan Mağden’in de 05.06.08 tarihli Radikal’de alıntıladığı şu veciz satırla özetlemek mümkün: “Alman milletini güçlendiren ne ise, adalet ancak odur!”. Söyleyen: Alman Adalet Bakanı Dr. Roland Freisler, 1936.
Yargıç talimat alır mı?
Şimdi gelelim Weimar’dan 85 yıl sonrasına ve başka bir ülkeye. Elimde bir genelge fotokopisi var. 28 Şubat 1997 süreci başladıktan sonra, üç ayda bir güncellenerek, Başbakanlık tarafından bütün devlet dairelerine gönderilmiş.
İdare’ye gönderilmesini anlıyorum. Ama aynı genelge, Adalet Bakanlığı aracılığıyla tüm adliyelere de bir üst yazıyla iletilmiş. İşte üst yazının metni:
“Başbakanlık Personel ve Prensipler Genel Müdürlüğü’nün 19.07.1999 gün ve B.02.0.PPG.0.12-320-10439 sayılı yazısı ile gelen 1999/41 sayılı Genelge sureti ekte gönderilmiş olup, keyfiyetin Yargı çevrenizdeki tüm ilgililere ayrı ayrı tebliğiyle genelge hükümlerine uyulması hususunda gerekli titizliğin gösterilmesini önemle rica ederim.”
Titizlikle uyulması istenen Başbakanlık genelgesi ise, “Rejim aleyhtarı irticai, yıkıcı ve bölücü faaliyetlere” karşı “tüm Devlet kurumlarındaki her düzeyde kamu görevlisi”ni uyanık olmaya çağırıyor.
Hani yargıçlarımız bağımsızdı? Uygulanacak yasalar zaten belliyken, bu yargıçlara bal gibi talimat değil de, ne? Hem “Bağımsız” hem “Talimatlı” yargıç nasıl olunuyor?
Daha vahimi, bizzat bazı yargıçlar, yargının tarafsız olmaması gerektiğini düşünüyor. Türkiye Adalet Akademisi’nin 2007-08 eğitim yılı açılışında Yargıtay başkanı konuşuyor:
“Hakimliğin temel öğesi tarafsız olmaktır. Ancak, bazı kararlarınızda Türkiye Cumhuriyeti’nin korunması ve yaşatılmasında taraf olacaksınız… Ay-yıldızlı bayrağa sahip çıkmada, o bayrağı daha yükseklere çıkarmada taraf olacaksınız. Buralarda tarafsız olma lüksünüz yok” (K. Şahin, Radikal, 05.07.09).
Şimdi, bunun, “Alman milletini güçlendiren ne ise, adalet ancak odur”dan ne farkı var?
Daha önceki Yargıtay başkanlarının da “Atatürk söz konusu olduğunda tarafsız değilim!” dediği, Yargıtay başsavcılarının “Militan Demokrasi” diye kitap yazdıkları henüz belleğimizde. (Yeri gelmişken, “Kavgacı Demokrasi” ve “Mücadeleci Demokrasi” diye de geçen bu son terim, B. Almanya’da 1945 sonrası antikomünist histeria döneminde icat edildi).
İçiniz biraz ferahlasın
Weimar Cumhuriyeti yargıçları Hitler’e giden yolu böyle böyle asfaltlıyorlar. Ama tarih tekerrür falan etmez. Yargı kararlarındaki bütün benzerlikler bir yana, Türkiye faşist diktatörlüğe gitmiyor. Tersine, 12 Eylül faşist diktatörlüğünden Ergenekon Davası sayesinde hızla uzaklaşıyor. Zaten bazı kişi ve kurumların fena halde paniklemesinin esas sebebi de, bu dava ve bu hız.Bitirmeden, içiniz bir parça ferahlasın diye ekleyeyim: Bazı yargıçlarımız, “Yargıçlara talimat verilemez” gerekçeli bir üst yazıyla, bu genelgeyi geldiği yere iade ettiler.