Teoriden mi başlayalım, pratikten mi? Pratikten başlayalım: Adı “Şincan Özerk Uygur Bölgesi”. Bizde bazılarının deyişiyle “Doğu Türkistan”. Aynen, Güneydoğu Anadolu yerine “Türkiye Kürdistanı” demek gibi.
Benzeşiyorlar. Nasıl Türkiye’nin biricik petrol ve hidroelektrik deposu Güneydoğu ise, Şincan da Çin’in en büyük petrol, doğalgaz, uranyum vs. deposu. Nasıl Kürtler Türklerden farklıysa, Uygurlar da Çin’in yüzde 93’ünü oluşturan Han’lardan farklı. Türkiye nasıl Kürtleri baskı ve asimilasyonla Türkleştirmeye çabalıyorsa; Çin de Uygurları, ciddi dil ve eğitim özerkliğine rağmen, Komünist Partisi aracılığıyla Çinlileştirmeye çalışıyor.
‘Adeta soykırım’
Bizde şu sırada Uygurlara büyük destek var. Hem halktan, hem hükümetten. Kayseri’de Hitler’in ruhuna helva dağıtan zihniyet, bu sefer de gıyabi cenaze namazı dahil gösterilere başladı.
Hükümet kanadı daha cevval. Ticaret Bakanı Nihat Ergün; yılda yüzde 10 büyüyen, “Aman, biraz da bizden mal al!” dediğimiz, cumhurbaşkanımız Gül’ün olaylardan birkaç gün önce ziyaret ettiği Çin’e ekonomik boykot istedi. Kendi bakanlığı hemen arkasını topladı: “Sayın bakanın şahsi görüşleridir”.
Olayın zirve noktası, Başbakan Erdoğan’ın 10 Temmuz konuşması: “Adeta bir soykırım” (Radikal, 11.07.09). Bizde bu “arka toplama” görevi geleneksel olarak Dışişleri Bakanlığı’nındır. Durmadan konuşan (ve ortalığı batıran) siyasetçilerin arkasını toplar. Ecevit de başbakanken “Filistin halkına karşı soykırım uygulanmaktadır” demiş, ABD Yahudi lobisinin sert tepkisi üzerine acele yüzgeri etmiş, arkasını Washington DC’de Büyükelçi Loğoğlu toplamıştı (Ayın Tarihi, 04 Nisan 2002).
Burada da Dışişleri hemen bir açıklama yayınladı: “Türkiye’nin, Çin’in içişlerine karışmak gibi bir niyeti yoktur, olmamıştır”. Ama olayı hemen kapatacağına, Erdoğan Dışişleri’ni azarladı: “Dışişlerindeki arkadaşlar, benim ifademin dışında bir ifadeyi kullanamaz… Şu anda Çin’deki bu olay, adeta bir soykırımdır” (Radikal, 11.07.09).
Bunun üzerine Çin’in devreye girişini, “Soykırım diyemezsiniz. Ne demek istiyorsunuz?” deyişini, Ankara’daki büyükelçilik müsteşarının Kürt diye bir sorunumuz olduğunu nazikçe hatırlatışını… uzun uzun anlatmayayım (bkz. Radikal, 12.07.09).
Yeni belâmız hayırlı olsun
Ama şu kadarını söyleyeyim: The Economist’in 16 Temmuz sayısından öğreniyoruz ki, bu Erdoğan’ın ilk sabıkası değil. Belediye başkanıyken, Uygur lideri İsa Yusuf Alptekin’in adını bir parka vermiş ve ilişkilerin bozulması üzerine 2003’te kalabalık bir heyetle Çin’i ziyarete gitmiş (Radikal, 18.07.09). O dönemde Ankara’da İ. Melih Gökçek de, İstanbul’da Avrasya feribotunu kaçırdıktan sonra bir de Swissotel’i silahlarla basan Çeçen terörcülerin lideri Dudayev’in adını Beşevler Meydanı’na koymuştu. Bunun üzerine Rusya ayağa kalkmış, Moskova yakınlarında bir “Kürt Evi” açıp ağzımızın payını vermişti. Yine The Economist’in yazdığına göre şu anda “Çin’deki internet forumlarında Kürt ayrılıkçılara destek veren verene”.
Yeni belâ, en azından iki sebepten:
1) Tüm Müslüman Arap dünyası başını çevirmiş, başka taraflara bakıyor. Çin’in komşusu Orta Asya Türkî devletleri “bu da nereden çıktı şimdi başımıza!” diye arazi olmuş vaziyette. Böyle bir durumda, ABD ve Rusya’yı ürperten, dünyanın beşte birini oluşturan Çin karşısında bir tek Türkiye iyot gibi açıkta.
2) Bu iş Kürt meselesinden çok, Ermeni meselesiyle ilgili asıl. Çünkü biz kalkmışız, diasporaya: “Siz ‘soykırım’ derken 1915’i kastedersiniz, bizde ise 1933-45 arasında Nazilerin yaptıkları anlaşılır” diye yırtınıyoruz. Sırçadan köşkte oturan ne cesaretle başkasının evine taş atar? Ahmet Türk bile, Ekim 2008’de, 12 Eylül’ün “sosyal ve siyasal soykırım” yaptığını söyledi. Bu durumda tabii ki diaspora, çok haklı olarak şöyle diyor: “Hani sadece Nazileri anlıyordunuz?”
Başlarına Hüseyin Üzmez düştü!
Neler oluyor? Niye Müslümanların başına gelen her olayı, mesela 613 kişinin öldürüldüğü Hocalı katliamını “soykırım” olarak niteliyoruz? Etnik sorun yüzünden 40 bin kişinin telef olduğu Türkiye’nin bazı insanları, niye şimdi birkaç yüz kişinin öldüğü Çin’de insan hakları savunucusu kesildi birdenbire? Başlarına taş mı düştü?
Hayır. Hüseyin Üzmez düştü. Bu ve benzeri rezaletler (Deniz Feneri, RTÜK başkanı, vs.) yüzünden süngüsü düşen milliyetçi ve muhafazakâr çevreler, etnik akraba ve Müslüman Uygurların uğradığı felaket ve asimilasyon sayesinde bir hayat öpücüğü yakaladılar. Halk arasındaki olay bundan ibaret. Siyasilere gelince, hem genelde bu kafadalar hem de bu insanların oyunu kapma peşindeler.
Burada, bir tek; Ermenilerden Özür’den tutun, Kürt kimliğine ve K. Evren’e varıncaya kadar tüm insan hakları konularında sapına kadar tutarlı davranan MazlumDer’i tamamen tenzih etmek isterim. Gerisi, Mal Bulmuş Mağribi’dir.
Peki, Uygurların insan haklarıyla arası nasıl? Doç. Mazhar Bağlı’nın şu yazdıkları çok öğretici:
“2005’deki Uluslararası Göç Sempozyumu’nda Doğu Türkistan Vakfı Müdürü Hamit Göktürk’ü dikkatle dinledim. Göktürk hem yaşamış olduğu dramı hem de devam eden asimilasyonu yaşanan hikâyelerle [anlattı]. Kendisi gibi salondaki dinleyiciler de gözyaşlarını tutamamışlardı. Ertesi gün Şefika Gürbüz, Kürt göçü üzerine bir sunum yaptı. Göktürk oturduğu yerden bağırdı: ‘Politika yapma! Bölücü! Terörist!’” (Taraf, 13.07.09)
‘Soykırım’ merakı
Siyasal liderlerimiz ve halktan bazıları bu “soykırım” kelimesine niye bu kadar merak sardı birdenbire? Mesela, tüm dünyanın “insanlık suçu” dediği Darfur’a “soykırım” demiyoruz da niye “Hocalı Soykırımı”, “Türkmen Soykırımı”, “Çeçen Soykırımı” diyoruz? Hangi uluslararası yetkili mahkeme verdi bu kararı? Bu kadar ucuz mu bu terim? Ne hakkımız var artık diasporaya laf etmeye?
İslamcılığı, fırsatçılığı, Pantürkizmi, hepsini hesaba katıyorum da, yine merak ediyorum geleneksel jargonumuzda bulunmayan bu “soykırım” terimini niye birdenbire bu kadar çok (ve tutarsız) kullanmaya başladığımızı. Bu acayip durumun bir sebebi olsa gerek.
Nitekim, var. Hem de çok derinlerde. Psikoloji kitaplarında “İkinci düzey savunma mekanizması” bahsinde uzun uzun anlatılan bir kavram var: “Yansıtma” (bkz.)
Gelelim teoriye: “Yansıtma (Projeksiyon)” nedir?
Şöyle tanımlanıyor “Yansıtma”: Kendisiyle yüzleşemeyen kişilerin; kendi için kabullenemediği, kendine yakıştıramadığı dürtü, duygu, düşünce ve eylemi bilinçaltının etkisiyle başkalarına atfederek rahatlamaya çalışması. Yani, kişinin, ışığı ileriye yansıtan projektör misali, olayı başkasına yansıtıp kurtuluvermesi.
Psikolojide “aktör” birey olduğu için, yansıtma’ya verilen örnekler genellikle cinsel alandan.
Deniyor ki, kendisine eşcinselliği yakıştıramayan latant (gizli) eşcinsel önüne geleni eşcinsellikle suçlar. Etrafınızda geylere hakaret eden muhteremlere bir de bu gözle bakmanızda yarar olabilir.
Deniyor ki, eşlerden biri, durup dururken diğerini sadakatsizlikle suçlamaya girişiyor. Bu suçlamalarda, diyor psikoloji kitapları, suçlayan eşin bilinçaltında muhtemelen “birtakım dürtüler” harekete geçmiştir de ondan yapmaktadır bunu. Karısını internete girdi diye bıçaklama haberlerini bir de bu gözle okumak öğretici olabilir.
Daha çarpıcısı, bilmez misiniz genelevdeki hatunların birbirlerine fena sinirlendikleri zaman nasıl bağırdıklarını: “Bana bak O…!”…
Bu verileri psikoloji alanından sosyal psikoloji alanına tercüme etmeyi de artık siz hallediniz.