Türkiye’nin İslamî burjuvaları, burjuva olup olmadıklarını artık gazetelerde tartışır oldular. Yaşananlar çok basit aslında: Atatürk zamanında yaşanan “Devlet Eliyle Milyoner İmali”nin ikinci perdesi. Şu anda zenginleştirilenler, 80 yıl önce zenginleştirilmişlerden “güneşte bir yer” istiyorlar; hepsi bu. Ama toplumsal analizden falan önce, ne dediklerini dinleyelim çünkü çok öğretici.
Yine Erol Yarar başlattı. MÜSİAD kurucu başkanı. Bu burjuvalaşmanın tipik örneği. Boşnak model Amine Munzur’a “vurulduğunda”, eski hanımı boşayıp Holiday Inn Crown Plaza’da büyük şatafatla düğün yapmış, yandaşlarını skandalize etmişti (Sabah, 14.02.2000). Star’dan Fadime Özkan’a konuştu.
Hiç dürüst olmayan cümlesi şuydu: “TÜSİAD’dan farkımız, devletten nemalanmamak” (Milliyet, 21.07.09). Yok canım? Gerisi öğreticiydi: “Türkiye üç-beş ailenin eline bırakılamayacak kadar önemli bir ekonomik potansiyele sahipti ve bunun tabana inmesi gerekiyordu”. Daha ne desin? “Sınıf-içi sınıf kavgası yapıyoruz!” mu desin? En ilginci ve iddialısı da şuydu: “Yeni burjuva sınıfı denmesin, ‘Aslî burjuva sınıfı’ densin”. Diğerleri gâvur, yani.
Mösyö Jourdain, 340 yıl sonra!
Gazeteciler hemen MÜSİAD’ın bugünkü başkanı Ömer Cihad Vardan’a koştular. Şunu dedi: “Burjuva, burjuvazi, aristokrat, aristokrasi gibi ithal kelime ve onların manalarıyla uğraşmak yerine, ülkeye neler kattığımızla ilgiliyiz… Aslî ve yeni burjuva demek, bu çalışmamıza hakaret!”. (Milliyet, 29.07.09).
Hoşgeldiiiin Mösyö Jourdain! Moliére’in bizde “Kibarlık Budalası” diye çevrilmiş, asıl adı “Asilzade Burjuva” (Le Bourgeois Gentilhomme) olan, devrin yeni yeşeren burjuvalarının güçlenip asilzadeliğe özenmelerini ti’ye alan eserinden Perde I, Sahne V: “Ne? Şimdi ben ‘Nicole, terliklerimi getir, gecelik takkemi de ver” diyecek olsam bu nesir midir?”
Mösyö Jourdain 1670’te nesir (düzyazı) konuştuğunu bilmiyordu, MÜSİAD Başkanı Vardan 2009’da mensup olmak istediği sınıfın adını bilmek istemiyor.
Vatan’dan Elif Ergu, İslami konakları dekore eden Şafak Çak’la konuşmuş. Yaptıklarından bazıları: Tahtlar, asansörlü namaz odası, plazma TV’den 24 saat Boğaz veya 24 saat Kâbe manzarası, canlı. Swarovsky taş kaplama tuvalet [büyük olasılıkla alaturka]. Louis Vuitton ve Chanel tuvalet kağıtları. Metresi 50 TL’ye yerli süpürgelik yerine metresi 350 avro’ya Prada süpürgelik. Klimadan gülsuyu kokusu. Yatak odalarına üç metrelik palmiyeler [büyük olasılıkla plastik]. Yani, “Bana bir ev yap, giren desin ki bu adamın 30 milyon doları var!” (bu cümle hayalî değil, gerçek).
İkinci perdede derhal dönüşüm
Bu ikinci perde, Turgut Özal’ın 1980’lerde ucuz Halkbank kredilerini Anadolu esnafına tahsis ederek, yastıktaki altınları yatırıma dönüştürmesiyle açılmıştı. Aynı anda, tabii ki, bir şey daha açılmıştı: hBB “Anadolu Kaplanları”nın (“Yeşil Sermaye”, “Müslüman Sermaye”) temsilcisi MÜSİAD’ın, birinci perdede zenginleştirilmişlerin kulübü TÜSİAD’la “sınıf-içi sınıf kavgası”. MÜSİAD, bu mücadelede din faktörüne büyük önem veriyordu. Çünkü hem kasaba ortamında yetişmişti, hem de geç başladığı bu yarışta dinden kuvvet almalıydı. Tarikat yurtları gibi temel İslamcı faaliyetlerin finansörü oldu. İsrail’i “Başşeytan” ilan etti. T. Çiller sayesinde iktidara da geldi: Refahyol.
Ama bu evre şaşılacak kadar kısa sürdü; küreselleşme çok süratli bir olay (bkz. dizi yazım, Radikal, 13-16.06.06). MÜSİAD’cılar ihracata (yani “uluslararası sermayeye eklemlenmeye”) başlayınca, Mr. Hyde’dan Dr. Jekyll’a dönüşüm de başladı (bkz.). MÜSİAD yönetim kurulu, limonata içmek şartıyla, İstanbul’daki İsrail Başkonsolusluğu’nun kuruluş günü kokteyllerine tam kadro abone oldu. Hizbullah’ın cinayetleri ortamında eski başkan “İslamcılar asla terörcü olamazlar” demişken, yeni başkan Ali Bayramoğlu hisse senedi pazarlamada İslam adının kullanılmasını yasaklıyor, Jet-Pa’cı Fadıl Akgündüz’ü üyelikten atıyor, birçok üyesini de istifaya zorluyordu.
Bu gelişmeler iktidardaki RP’yi bile etkiledi. N. Erbakan Versace kravat takıyor, ehliyetsiz kullandığı Mercedes CL 500 Coupe arabayla kaza yapınca direksiyona hemen korumasını geçiren oğlunun namaz kılarkenki çorabına odaklanan kameralar YSL harflerini gösteriyordu. Arkasından, “İslamî” kitlelerin yeşil pop ve Tarkan konserlerine akmaları, TV şovlarındaki başıbağlı eller havadalar, vs.
O kadar ki, paranın ne din ne milliyet dinlediğini anlamayı reddeden İslamcıların (veya bunu anlayıp da karşı çıkan M. Şevket Eygi gibilerin) bütün yapabildiği, homurdanmak oldu: “Normal kapitalist gibi oldular. Onların İslamî kapitalist olmalarını beklerdik.” İşte RP’nin batıp AKP’nin çıkışı budur. Çünkü biri “Milli Düzen” diye Ortaçağ’a kaptırmıştı, ötekiyse “küreselleşme”nin farkına varmıştı; hem de nasıl.
Sendromdan kurtuluş
Farkında mısınız, Türkiye’nin “İslamcılık” sendromundan kurtuluşu da tam burada: Paranın ne milliyeti olur, ne dini. Parası olan zamanla burjuva alışkanlıklarına sahip olur, size benzer. Şu anda babası İslamcıdır, içki içmez; ama yarın oğlu, şimdi Suudi prensleri uçağa biner binmez ne yapıyorsa onu açıkça yapacaktır. Baba, dededen kalmış evi asla yıkmaz, ölünce oğlu yıkıp yüzme havuzlu site yapar.
Erol Yarar’ın fotosuna dikkat edin (Milliyet, 21.07.09): Sedire kaykılmış, yalınayak. Babası da böyle otururdu, kesin. İstendiğine bahse girerim, flaş patlamadan bir saniye önce bozdu bağdaşını. Şıpıdık terlikleri de masanın altındadır. Ama oğlu bilecek. Pozu da, yemesini de, içmesini de. Bu işler anadan çıkıldığı anda bilinen değil, öğrenilen şeylerdir. Kuşak değişimi ister.
Onun için, “Efendim, bunlar nasıl burjuvaymış? Görgüsüz bunlar!” diyen halt eder. Vehbi Koç çılgın kokteyller mi verirdi? Erdek’te bir motele gider, bağdaş kurardı. Bodrum’da da, Artemis Pansiyon’un önündeki sedire. Mösyö Jourdain şaraptan anlar mıydı sanıyorsunuz?
Bugün AKP’ye A’dan Z’ye karşı çıkan bir kafa var. Oysa, laikçilerimizin “emperyalist, bölücü” diye reddettiği “Hıristiyan” AB’yi en fazla isteyen AKP. 85 yıldır başımıza başarıyla bela ettiğimiz tüm Zombilere (Kıbrıs, Ermeni, Kürt sorunları) ilk el atan o. Kürt Sorunu’nu adlı adınca çözmeye girişen de. Bu “takıyye” falan değil, hiç kendimizi aldatmayalım; bu bir “sınıf davranışı”. AKP şimdiye kadar gelmiş-geçmiş en “küreselleşmiş” parti.
Çünkü, farkında mısınız: Bu insanlar 1670’deki sınıfdaşlarının tıpkısının aynısı. Mösyö Jourdain burjuvazisi kaba saba idi. Para için her türlü numaraya hazırdı. İşçilerinin iliğini kemiğini sömürüyordu. Ama Louis XIV aristokrasisine kıyasla çoook ilericiydi. Şimdi bizimkiler de kaba saba vesaire, ama CHP-Ordu-Yargı üçgeninin bugün temsil ettiği aristokrasiye oranla ilericiler. Hadi, “değiller!” deyin kolaysa.
Arada fark var, tabii: 1) 1670’dekiler “birinci perde”de zengin olmuş rakipleri bulunmadığından, onlarla mücadele etmek için din’e sarılmıyorlardı; 2) Din’i insan ile tanrısı arasına indirgeyen Aydınlanma dönemini yaşıyorlardı.
Din? O açıdan da “Allah’ın emri” bu yaşanan dönüşüm. İslam’da, kimi Hıristiyanlardaki “Bir lokma bir hırka” yok. Unutmayalım ki İslam, ilk eşinin sermayesini işleterek zenginleşmiş Hz. Muhammed’in dini.
Kaldı ki, böyle bir “aristokrasi üçgeni” varken, tutunacağımız ne dal var Ergenekon davasını da Susurluk gibi örtbas etmek isteyenler karşısında? Bizi bunlara mecbur bırakanlar utansın, utanmaları kalmışsa.
Bizi kısıtlamalar ne olacak peki?
Çok önemli bir noktaya geldik: Bunlar sadece kendi yaşamlarında arabesk ve kaba saba olmakla kalmıyorlar ki. Bir yandan AB’ye girmek isterken, bir yandan kendileri gibi yaşamayanları boğazlamaya çalışıyorlar.
Lüks sitedeki yarı olimpik yüzme havuzunu mayolular girmesin diye süs havuzuna çevirme magandalığı (C. Dündar, 01.08.09). Bodrum ve Şişli dışında bütün Türkiye’de içki satışını yasaklamaya çalışmak; Yıldız Parkı’nda bile. Ramazan geliyor; şimdi yine ne kadar KİT, vs. yemekhanesi varsa kapatırlar.
Çünkü bu insanlar özünde asla demokrat falan değil. Kasaba çukurlarından (ki buna İzmir kenti de kesinlikle dahildir) demokrat çıkması büyük istisnadır. Üstelik, itiraf edelim, farklılığa baskıyı “aristokratik üçgenimiz” ezberletti bunlara. “Türbanlı giremez”e karşı al sana “Bikinili giremez”! Yani, demokrat olmayı daha öğrenmelerine, var oğlu var.
Peki, biz bunların demokrasiyi öğrenmelerini mi bekleyeceğiz? Beklerken, beyaz peynir ve balık yanında loğusa şerbeti mi içeceğiz?
Bin kere hayır. Farklılığa saygıyı derhal öğrenmeyeceklerse, yasal ve demokratik zorlamalarla öğreteceğiz. Süs havuzcuların evlerini muhasara edeceğiz. Gazetelerde teşhir edeceğiz. Mahkemelere vereceğiz. Ayıplı mal satılmıştır diye tazminat ödettireceğiz. İçki ruhsatı verilmemişse, alamayan önceden almış olanı emsal gösterecek. Belediyelerin önünde gösteri yapacağız, encümen toplantılarını basıp konuşacağız. Ramazan’da KİT yemekhanelerini öğlenleri peynir-ekmek çıkınımızla işgal edeceğiz.
Ama herhalde ki, çare olarak askerî darbe önerenlere “seyahate gitmelerini” söyleyeceğiz (net bir anlatım olmuştur, umarım).
Bundan sonrası artık Sivil Toplum Dönemi çünkü. Yasakçı devlete de geçit yok, cemaate de. Al birini, vur ötekine.