Baskın Oran

Susmak yada konuşmak: Türkiye için hangisi iyi?

Geçen gün asker kökenli bir dostumla telefonda konuşurken, aslında telefonda hiç halledilecek bişey değil ama, bu nazik konu açıldı: Her şeyin  doğrusu söylenmeli ve yazılmalı mı?

Kendisinin inançla savunduğu şuydu: Kimi insanların Türkiye’nin hataları konusunda söyleyip yazdıkları bitakım şeyler var. Bu eleştiriler doğru.  Ama bu doğru şeylerin açıkça yazılması ve söylenmesi doğru değil. Çünkü rakiplerimiz bunu yapmıyor, biz yapınca da yararlanıyorlar. Bir Türk bilim adamının bu konuda yazdıklarını alıyorlar, aleyhimize kanıt olarak kullanıyorlar.

Dostumun önerdiği çözüm şöyle: Türkiye’nin hataları araştırılmalı, yazılmalı, ama yayımlanmamalı. Yetkili makamlara duyurulmalı, onlar haberdar olunca hataları düzeltirler. Rakiplerimiz de yararlanmamış olur.

Kendisine de söyledim ama telefonda ne kadar etkili oldu bilemiyorum; bendeniz bu konuda şunları düşünüyorum:

1) Bilim adamının akademik namusu diye bişey var. Bile bile bir yanlışlığı kendi insanından saklamak buna ne kadar uyar?

2) “Yetkili makamlara” bildirdiğiniz zaman ne yararı oluyor? “Büyüklerimiz” bu kusurları çok büyük olasılıkla zaten biliyorlar, hatta sizden fazlasını biliyorlar, çünkü bunları bizzat yapıyorlar. Türkiye’de büyüklerimizin bilgisi dışında mı oluyor sanıyorsunuz ihlaller, hatalar?

Zaten büyüklerimiz bunları ihlal ve hata diye yapmıyor ki. Ülkemizin yüksek çıkarları böyle gerektiriyor diye yapıyorlar. Susurluk bunun en “mümtaz” örneği değil mi? Susurluk’u önceden bilmiş ve büyüklerimize bildirmiş olsanız neye yarayacaktı? Üstelik, bildirilmedi mi sanıyorsunuz? Olayı bunca rezalet ayyuka çıktığı halde göz göre göre örtbas edenler küçüklerimiz mi yoksa büyüklerimiz mi? Kamuoyu baskısı olmadıkça, “yukarıya” bildirmekle yetinmenin hiçbir yararı yok.

3) Kendi ülkesinin hatalarını açıklamak yalnızca hataların düzeltilmesini sağlamak açısından da ele alınmamalı. Olayın müthiş pratik yönü olan bir de felsefi tarafı var: Bir ülke, ancak kendi insanları kendini eleştirdiği zaman büyüyor başkalarının gözünde. ABD, onca Vietnam günahından neredeyse arındı ise, Amerikalı film yönetmenlerinin bunca Vietnam filmi yapıp kendi ülkelerini yerden yere vurmaları sayesinde arındı. Yani, kedinin pisliğini örtmesi marifet ama, ülkesinin pisliğini örtmek marifet değil.

Daha da ötesi, kendi ülkesinin yanlışını ilan etmek (dostumun ima ettiği gibi) ülkesine ihanet değil, tam tersine büyük hizmet. Asıl, ilan etmeyenler bilmeden zayıflatıyor bu ülkeyi. Çünkü Türkiye’yi, önüne gelen herkesin geçerken bir tane patlatıvereceği bir şamar oğlanı halinde muhafaza ediyor!

4) Bilim adamları bunları yalnızca yayımlamakla da yetinmemeli. Derslerde de anlatmalı. Çünkü bugün kürsünün altında olan öğrenciler yarın makamın üstüne çıkacak.

5) Dostuma da söyledim, bu kamuoyuna duyurma konusunda belki bir tek noktada istisna yapılabilir: Eğer bir olay artık geriye dönüşü olamayacak biçimde bitmişse, bugünle hiçbir ilgisi kalmamışsa ve kalmasına da olanak yoksa.

Diyelim ki, Hatay’ın 39’da anayurda katılmasını Türkiye’nin şu veya bu biçimde bir “üçkâat” yaparak sağladığını arşivlerden saptadınız. Bunu açıklamanın bugün Suriye dışında hiç kimseye, özellikle de Hataylılara hiçbir yararı yok. Hatta, Suriye için bile yararı şüpheli, çünkü artık “davası olmayacak” bir konuda deli cesareti artırır ve kendisinden çok daha güçlü bir Türkiye’yle çatışmak gibi bir hata yapma olasılığını çoğaltır. Ayrıca, Suriye yöneticilerinin Suriye halkının ulusal duygularını sürekli sömürmelerini kolaylaştırır.

Ama bu, itiraf etmeli ki, çok zor rastlanacak bir örnek. Hataların ve ihlallerin ucu genellikle bugüne kadar dayanıyor. Bugünü de yönetiyor.

Diğer yandan, geçmişiyle hesaplaşmamış, geçmişinin üzerini sürekli kapatmaya çalışan ülkeler kendi insanlarına sürekli zarar vermeyi sürdürüyor. İnsan hakları falan tanımıyor. Bu ne yazık ki bir paket. Geçmişiyle hesaplaşıp bitirmek en sağlam arınma yöntemi. Bitirmeden bitmiyor.

Türkiye’nin, bir zamanlar bizzat başbakan Refik Saydam’ın deyişiyle “A’dan Z’ye bozuk” olduğu konusunda sanırım bir tartışma yok. Bana kalırsa, bu bozuklukların kamuoyuna açıklanmadan asla düzelmeyeceği konusunda da bir tartışma olmamalı. Kolaysa gelin de, Türkiye’de gayrimüslim ve özellikle de Ermeni vakıflarının Vakıflar Genel Müdürlüğü (VGM) tarafından hem Lozan’ın 40 ve 42/3 maddelerine, hem de bizzat kendi yasalarımıza aykırı biçimde baskı altında tutulduğu gerçeğini VGM yetkililerinin kulağına söyleyerek halledin.

Kolaysa gelin de, insanlarımızın kendi ülkelerini bu ihlallerin yeterince konuşulamaması yüzünden Strasbourg’a şikayet zorunda kaldıklarını, dahası, bir düzelme olacaksa bu şikayetler sayesinde olacağını inkâr edin de, bir tek Allah’ın kulunu olsun inandırın.

————————————————-

Not: 1) “Yada” sözcüğünü, benim gibi –de, -da ekleri konusunda fena halde titiz birinin niçin “ya da” biçiminde yazmadığını merak ediyor olabilirsiniz. Bu bana Aziz (Nesin) hocamdan kalma bir miras. Kendisi bu sözcüğün “veya” anlamına gelmesi nedeniyle –da’nın bitişik yazılması gerektiğini söylemişti. Aziz hocamın pek aziz öğüdünü uyguluyorum. Ayrıca, “bişey” (something) de bir şey, iki şey, üç şey… den farklıdır, demişti. “Bitakım” da öyle.

   2) TBMM geçen hafta yine bir “kanun” çıkardı. Üniversiteden 20 yıl önce başarısız olmuş öğrencileri geri getirdi, yardımcı doçent kalma süresini de sonsuza çıkardı. Artık bir öğrenci aldığınız zaman mezun etmeyi, bir asistan aldığınız zaman da profesör yapmayı noterden taahhüt etmiş oluyorsunuz. Bu nasıl iştir? TBMM üniversiteyi ilkokulun altına indirmeyi nereye kadar sürdürecektir? “Üniversite kendi üzerindeki bu ölü toprağını ne zaman silkelemeye başlayacak?” diye sakın sormayın, çünkü birkaç gün önce bizzat Üniversitelerarası Kurul, 3 kereyle sınırlanmış olan doçentlik sınavına girmeyi sonsuza çıkardı! Üniversitenin kalitesini perişan etmek için TBMM şart değil ki!

Önceki Yazı
Sonraki Yazı