Général de Gaulle Caddesi no. 8, Strasbourg’un üniversite semti Esplanade’da bir blok apartman.
“Tanilli” yazan zile bastım, ses bekliyorum. Bir sesler senfonisi başlıyor. Birinci ses: “Hocam nasılsınız, ben Aykan!”. İzmir’den sevgili öğrencim cepten arıyor. İkinci ses: “Baskın kardeşim, yedinci kata bekliyorum!”. “Oğlum, sonra konuşalım, çok sıkışığım” ve cevabı bekleyemeden kapatıyorum, birincisi ses’e: “Geliyoruz ağabey” diyorum.
Kapıyı açan, yıllardır bakıcılığını yapan bir hanım: Huzurlu yüzlü, kıvırcık beyaz saçlı, çekik gözlü.
Ancak geçilecek ince bir koridor bırakmış iki taraflı gazete arşivleri ve kitap rafları arasından sağa doğru yürüyerek “salon”a varıyoruz. Orada arşivler, tekerlekli iskemle kendi etrafında dönebilsin diye küçük bir “meydan”a izin vermiş. Orada sarılıyoruz Server Abiye.
Blokun karşısında bir Çin lokantası. Yemekleri seçmeyi bakıcı hanıma bırakıyoruz. “Çinli mi ağabey?” “Hayır Baskın kardeşim, Japon’dur kendisi! Brezilya’da büyümüş. Adı Siromi”.
Ben yanıma kamerayı bilerek almamıştım ama, Siromi çantasından çıkartıyor. Server Abi fotoğraf seviyor: “Yığınla fotoğrafım var, ama bende yok. Çeken, göndermiyor. Fotoğraf çektirmemek yüzünden birçok ilişki kaybolup gidiyor. Oysa, ne güzel anılardır onlar!”. Fotoğraf hastası Feyhan hemen atılıp tasdikliyor canu gönülden.
Ne yediğimizi pek bilmiyorum. İki “galon” Alsace şarabı yuvarladık, onu hatırlıyorum; bir de masanın mezesinin, ara sıcağının, ana yemeğinin hep Türkiye olduğunu.
“Osmanlı’da hemen hemen bütün yukarıdan devrimciler, neredeyse bütün ilerici fikirler Rumelili. Selanikli M. Kemal rastlantı değil”.
“Aman efendim, adamın giyinişinden de belli! Çok zarif giyinir! 20. Yüzyılın ilk milli edebiyat hareketi 1900’larda Selanik’te Genç Kalemler’le başlar!”.
“Anadolu Türkmenlikten, göçebelikten henüz kurtulamamış”.
“Evet, DP hep Anadolulu, hep Hürriyet ve İtilaf’çı, hep karşı devrimci. Celal Bayar İttihatçı ama, bir yerde olumsuz rol oynamış. Atatürk’ü sevmiş ama, sevmesi de bir tuhaf: ‘Atatürk’ü sevmek taabbüddür’ diyor, yani ibadettir. Şu benzetişe bakınız! Diğer yandan, Menderes’i dizginleyebilirdi. ‘Şuna bakayım Adnan, şurayı çıkar Adnan’ diyebilirdi. Herşeye rağmen sen bir İttihatçısın! Sonra, Menderes’in ilk hükümet programındaki ‘Millete malolmuş inkılaplarla, malolmamışları birbirinden ayıracağız’ demek ne demek? Bu bitirir devrimi, berbat eder!”
İkinci şişe gelmiş. “Ben yavaş içerim, fazla da içmem akşam rahatsız etmesin diye, ama siz doldurunuz lütfen!” diyor. Bu arada, iskemlenin kollarını sıkı sıkıya kavrıyor, kendini yukarı itiyor. Şişe açılırken, son seçimin sonuçlarına atlıyoruz:
“Türkiye’de her şeyden önce demokrasi lazım. Biz ‘Önce Sosyalist Devrim’ diyerek doğru yapmadık. Geniş cepheyle demokrasi getirmek: Bizim görevimiz budur. Kürt sorununda da mesele budur!” diyor.
Tanilli hakkında 12 Eylülden sonra yığınla dava açıldı, bir kısmı da bölücülükten! Oysa, bana anlatılan bir olay var, garanti her yerde tekrarlanmıştır: Tanilli, Nazım’ın yaşamı ve sanatı üzerine konferans vermeye gidiyor Londra’ya. Sorulara geçilecek, şöyle diyor:
“Arkadaşlar, Nazım Hikmet niye Kürt sorununa temas etmedi diye rica ederim soru getirmeyiniz. Anlattım: O bir bütün olarak Türkiye’deki işçi sınıfının sözcüsüydü. Ne Türk, ne Kürt! Ülkeyi bir bütün olarak algılıyordu”.
Sanki bunu dememiş gibi, ilk 10 soru birbiri ardına geliyor:
“Saayın Hocam, Nazım Hikmet ne içün Kürt sorunundan bahsetmemiştir, açıklar mısınız!”
Dondurmalar geliyor. Server Abi yine iskemlenin kollarını kavrayıp kendini yukarı itiyor, bırakıyor, itiyor, bırakıyor. Fikir üretim sistemi her saniye kendiliğinden aşırı istihdam halinde ama, sindirim ve boşaltım gibi fizik sistemlerinin sağlığına yemek sırasında bile jimnastikle yardımcı olması gerek.
Toplantılar bitmiş, ayrılmadan bir gün önce yine Server Abiyi arıyoruz. Amacımız gidip kendisini ve Siromi’yi taksiyle almak, iskemleyi taksinin bagajına koymak, gelip o bir ortaçağ minyatürüne benzeyen kent merkezi “Küçük Fransa”da, ırmak kıyısında uzun, upuzun bir yemek yemek.
“Takside olmuyor, Baskın kardeşim. İskemlenin kollarını kavramadan denge bulmak olmuyor. Siz buraya geleceksiniz, saat 19.30’da bekliyorum, hemen yakında enfes bir pizzacımız vardır açık havada, oraya gideceğiz!” diyor.
Server Abi laf söz dinlemiyor. Bizim dinlememiz gerek. Bahçedeki o enfes yemekte onu videoya da alıyorum. “Buranın tatlıları güzeldir!” diyor ve garson kıza dönüyor: “Il y a des glaces, n’est-ce pas? (dondurma var, değil mi?)”
Çıkarken vedalaşıyoruz. “Başta Remzi İnanç olmak üzere, Ankara’da herkese çok selam götür Baskın kardeşim!” diyor.
Taksiye gerek yok; 3 numaralı otobüs bizi otelimizin bulunduğu gar meydanına kadar götürüyor, biletler de şoförden alınıyor. Ama Server Abiye yine laf söz geçmiyor. Siromi hemen çantasından çıkarıp iki otobüs bileti veriyor.
Otobüs kalkarken el sallıyorlar.
Kasım’daki kitap fuarında onur konuğu olduğunda onunla tekrar görüşeceğiz inşallah…
—————
Not: Geçen haftaki yazımda iki yazım hatası vardı. Üstelik, biri de “-de, -da” yanlışı! E-postam bozuk olduğu için faksla geçmiştim. Dizgi hatası olduğuna inanmanızı rica ederim.