Devam ediyoruz. İlk başlarda Türkiye’ye karşı sert bir milliyetçi politikayla işe başlayan Ter Petrosyan, danışmanı Jirayr Libaridian’ın da etkisiyle, bir seçim yapmak durumunda kaldı: Türkiye’yle uzlaşıp Ermenistan’ı içinde bulunduğu durumdan kurtarmak veya soykırım söylemini sürdürüp zor günlere devam. Birinciyi seçti. Anayasadan soykırım maddesini çıkarttı, PKK’yı ülkeden attı, Taşnak’ın faaliyetlerini dondurdu, liderlerini uyuşturucu kaçakçılığından hapse attırdı. Ama en önemlisi, bir dış geziye çıkarak diasporayı susturdu. Yaptıkları, çeşitli sıkıntıları arttıkça milliyetçiliği koyulaşan (bu her ülkede böyledir) Ermenistan’da zor işlerdi. Libaridian bunları Ann Arbor’da şu veciz sözlerle anlatmıştır (bkz. Agos, 05 Nisan 2002):
“Ben hiçbir zaman jenosit söylemi yanlısı olmadım. Politikamız da öyleydi. Bunun gerekçeleri çoktur: Bir kere, bu söylem Ermenilerin Rusya’dan bağımsız olmalarını engellemek için kullanılıyordu. İkincisi, ilk Ermenistan Cumhuriyetinin hataları tekrar edilmemeliydi, yani dört komşudan üçüyle savaş halinde olamazdık. Üçüncüsü ve hepsinden önemlisi, mazlumluk edebiyatı üzerine bir ulus inşa edemezdiniz”.
Bu açılımlar Türkiye’den hiçbir olumlu karşılık görmedi. Çünkü bir yandan Türkiye’deki dinci ve ırkçı sağ, diğer yandan da Azerbaycan cehennemî ateşe başlamıştı. Bu durumda Dışişleri Bakanlığı akılcı politika yürütemedi. Kelbacar’ın işgalinden sonra Türkiye, burası sanki kendi toprağı imişcesine, Ermenilerin çekilmesini önkoşul yaptı. Ter Petrosyan’ın gördüğünü görememek, yani bu gerginliğin her iki tarafı birden vuracağını anlayamamak Türkiye’nin büyük hatası oldu. Bundan sonra her iki taraf da ciddi darbeler yiyecektir.
Ermenistan açısından durum şöyle özetlenebilir: 1) Denize çıkışı olmayan bu zor coğrafyada enerji ve gıda sıkıntısı çok ciddi boyutlara ulaştı. Üretim durdu. Dışa göç başladı. 2) Ermeni Tasarıları projesi hiçbir sonuç vermedi. 3) Ermenistan kısır döngüye girdi: Koçaryan politikası yüzünden Türkiye üzerinden dünyaya açılamadığı için bunaldı, bunaldıkça da milliyetçi Koçaryan destek buldu. 4) Kendini ne/kim olduğuyla değil de neye/kime karşı olduğuyla tanımlayan her rejim/kişi gibi, Koçaryan politikası da bir noktada tıkanacak: bunalımlar kısa vadede iktidar sağlıyor ama, orta vadede bu berbat ekonomik durum onu yaşatır mı? 5) Hepsinden önemlisi, artık ABD’ye yanaşan ve hatta teslim olan bir Rusya devreden çıkınca, Koçaryan ne kadar dayanabilir? Nitekim, Rusya Baku-Ceyhan’a itiraz etmeyi bıraktı (Cumhuriyet, 28.05.2002). Hatta, Azerbaycan’ın en büyük gazetesi Yeni Musavat’ın 02 Haziran tarihli sayısında, Ter Petrosyan’ın yeniden iktidara geleceğini ileri süren bir haber yer aldı. (Agos, 07 Haziran 2002).
Türkiye’nin durumu da şöyle özetlenebilir: 1) Ermenistan kanadı kopmuş bir Kafkas politikası olamayacağından, Türkiye bölgede politika üretemedi. 2) Baku-Ceyhan boru hattı en kısa ve ucuz yol olan Ermenistan’dan geçemedi; Orta Asya bağlantısı İran’a mahkum kaldı. 3) Ermeni Tasarılarıyla uğraşmaktan Dışişleri zaman zaman bloke oldu. 4) Ulusal savunma darbe yedi. Ör. Amerikalılar vermeyince Fransızlarla imzalanan F-16 radar sistemi anlaşması, Fransız parlamentosunun soykırımı tanıması üzerine askıya alındı (Milliyet, 26.01.2001). 5) Türkiye Yahudi lobisine ve dolayısıyla İsrail’e bağımlı oldu. Ör. Şaron’un Filistinlilere yaptığını “soykırım” olarak niteleyen Ecevit, aynı gece yarısı çark etmek zorunda kaldı (Cumhuriyet, 06.04.2002). 6) Ermeni Tasarılarını kabul edenlere karşı uygulanan ihale iptalleri, AB’nin tazminat istemesini gündeme getirebilecek durumlar yarattı. 7) Akıldışı davranışlar yüzünden Türkiye çok enerji ve prestij yitirdi, küçük düştü. Ör. bu son tanıma üzerine Ankara’da bir üniversite Fransızca derslerini kaldırdı (Sabah, 21.01.2001); hâlâ kimi ilçelerin kurtuluş yıldönümü törenlerinde “temsilî milis kuvvetleri” Ermeni öldürüyor (Milliyet, 12.03.2001); Iğdır’da, 43,5 m. boyunda 5 süngüden oluşan “Ermeni Soykırımı Anıtı” 1999’un fiyatlarıyla 4 trilyon liraya dikildi (Cumhuriyet, 12.12.2000).
2000 sonunda Dışişleri, akılcı bir üç boyutlu plan hazırladı: 1) Sınır ticareti ve Karadeniz’de liman kolaylığı yoluyla Ermenistan’ı rahatlatarak Taşnakçıların etkisini törpülemek. 2) Soykırım iddialarını akademik düzeyde tartışacak bir süreç başlatmak. 3) Türkiye’deki Ermeni azınlığın sorunlarını gidermek. Fakat, planın hükümette görüşülmesi sırasında Başbakan Ecevit’in “Azeriler tepki göstermez mi?” demesi üzerine, “Azerbaycan’a sorulması” kararı alınarak girişim öldürüldü (Milliyet, 10.12.2000).
Oysa plan işleseydi, Ermeni Tasarılarından başka beslenecek kaynaklar da bulunduğunu keşfedebilirdi Ermenistan. Olmayınca, Türkiye çok kıymetli bir zamanı yitirmeye ve diasporaya olanak tanımaya devam etti. Üstelik, korktuklarının (ileride tazminat ve toprak talebi gelmesi) diyalogla hiçbir ilgisi yoktu.
* * *
Bu böyle mi devam edecek? Sanmam. Dışişleri, TESEV gibi özel kuruluşlar aracılığıyla dolaylı diyalogu yürütmeye çalışıyor (Cumhuriyet, 16.02.2001). Nisan 2002 başında Antalya’daki Türk Atlantik Konseyi konferansına ilk kez Ermenistan’dan temsilci katıldı. Erivan’da Bakan Oskanyan “İlişkilerimizde bir ileri hamleyi denemenin zamanı gelmiştir” (Agos, 12.04.2002), Stockholm’da ise Bakan Yd. Şugaryan “Şimdi rehberimiz siyasal pragmatizmdir” dedi (Cumhuriyet, 26.04.2002). İstanbul’daki Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü nezdinde Ermenistan’ın resmî temsilciliği törenle açıldı. Nisan sonunda Ermeni Araştırmaları Türkiye Kongresinin sonuç bildirgesinde diyalog ve işbirliği çağrısı yapıldı. 14 Mayısta Türk, Azeri, Ermeni bakanlar ilk kez İzlanda’da buluştu. Kars’ı Ermenistan üzerinden Baku’ya bağlayacak bir demiryolu projesi ise sessiz sedasız görüşülmekte (Kohen, Milliyet, 27.04.2002).
Nahçıvan’ın Azerbaycan’a, D.Karabağ’ın da Ermenistan’a birer koridorla bağlanması (Milliyet, 16.06.2002) gibi muazzam bir olayın gündeme geldiği sırada bunlar, acaba, bu yazının başında naklettiğim fıkrayı her iki ülkenin de sonunda öğrenmeye başladığına mı işaret ediyor?