Baskın Oran

Bodrum’da İngilizce

Bu yıl da Bodrum’a kapağı atacak kadar hayatta kalmayı başardık. İşin aslına bakarsanız, benim “Tatile çıkıyorum” ve hele hele “Bodrum’a gidiyorum” demeyebilmek gibi avantajlı bir tarafım var başkalarından. Çünkü dersem, bunu başka bir yazımda da yazdım hatırlarsanız, millet oh moh çekiyor, günün birinde nazar değecek. Çünkü Bodrum demek, Sodom-Gomore demek kimilerinin indinde. “Hanımın memleketine gidiyoruz” diyorum, daha rahat oluyor.

Dün gece 20.30 gibi vardık. Yoldan Baba’yı arayıp Berk’in üst kısmında yerimizi ayırtmışım. Arabayı boşaltır boşaltmaz Hasan’ı alıp hemen yokuşun dibini boyladık. Berk’in kapı eşiğinde inceden inceye demlenmekte olan ve bu inceden inceye demlenme sırasında, iyiden iyiye şekeri olduğunu hatırlamamak bâbında derinden derine bir yetenek sergileyen İsmet kardeşimle ve ayrıca İzmirli hemşerim Eşrefpaşalı Haydar‘la sarılıp öpüştük, garson Metin’le kucaklaştık, mutfaktaki çocuklara merhaba diyerek ve mezeler aşağıdan gelene kadar rakıya eşlik etmek üzere bir çekiçte zeytin tabağını da yanımıza alarak merdivenleri tırmandık, oğlunu evlendirmek yüzünden Baba’nın bu gece izinli olduğunu öğrendik, Metin’e mezeleri söyledik.

Aman yarabbim, o nedir o? Saman sarısı bir hatunun yanında, hormonlu tarlada özel yetiştirilmiş bir yaratık! Aynen, Alaaddin’in Sihirli Lambası’nın devinin tıpkısı! Tam karşımdaki masada. Gözlerimi ayırmam mümkün değil. Kafası mega boyutlarda ve tabii pırıl pırıl usturalı, kulaklardan birinde küpe. Ama boynundaki zincir hepsinden önemli. Allah sizi inandırsın, yalanım varsa bu gece bardağımdakini bitirmek nasip olmasın, yakası tâ göbbeğine kadar açık göğsünde en azından yarım kilo ağırlığında bir altın zincir. Bilmiyorum bu türden bir zincirin başka tarif ediliş biçimi var mıdır Türkçe’de. Koçumun -tabii ki dövmeli- bir de pazuları var, yine Allah sizi inandırsın (ben bu herif yüzünden İslamcı olacağım bu gece) tam benim bir bacağım kalınlığında ki, pek de zayıf sayılmam. O anda neler vermezdim, bir bar sahibi olayım da bu koçu badigard alayım kapıya. Bütün hasılatı ona toka edeyim, yeter ki kapımda bulunsun…

Civandan gözlerimi ayıramıyorum ama sürekli tehlike altındayım çünkü yanındaki hatuna baktığımı sanacak. Ben size yediğimi içtiğimi falan anlatayım da mevzudan uzaklaşalım. Otlardan yalnızca hardalotu ve deniz börülcesi kalmış maalesef.  Arkasından, sert ve yağlı bir beyaz peynir ve fava; favanın ortasında bura usulü ince kıyılmış kuru soğan. Sıcak meze olarak kalamar tava. Soğuk olarak ahtapot salatası ve karides salatası. Metin’in getirdiği kızarmış ekmeği allahına kadar banmak için bu ikisi de fevkalade mebzul miktarlarda ve pul biber/dağ kekiği takviyeli yerli zeytinyağı içinde. Bu banma işini zevk için yapıyorsam namerdim (kimi hatırladınız?). Sırf, midemiz zeytinyağıyla sıvansın da rakı daha az zarar versin diye banıyoruz.

Rakı deyince, burada son kertede hovardayız. Tekirdağ içiyoruz anasını satayım. Üstelik, litrelik şişeyle söylüyoruz. Yalnız, “İsraf haramdır” derdi Cemile Teyzem ve üstelik, “İki tedbir bir tedbirden iyidir” demiş atalarımız. Metin’den kalemini istiyorum, tütsülenmiş kafamın müsaade ettiği kadar özene bezene adımı yazıyorum büyük harflerle etiketinin üzerine, sonra efendim, nereye kadar içtiğimizi yine etiket üzerinde işaret ediyorum. Dostlara itimat sonsuz, ama birader, onlar da içiyorlar bu zıkkımı servis yaparken. Üstüne üstelik de, fark edilmemesi gayrimümkün bir nişane takıyorum şişenin boynuna: geçen yıl Bodrum pazarından (perşembe ve cumaları kurulur) iki yüz elli bin liraya aldığım mavi boncuk bileziği. E birader, gayret bizden takdir Allah’tan, bu kadar özen gösterdikten sonra müessese bize buz gibi bir karpuz yollayacak artık! Ama önce sıcaklar gelsin. Feyhan’la Hasan doyduklarını söylüyorlar. Aslında ben de doydum ekmekleri şamandıra yapa yapa ama, “ilk gece”nin bir namusu var. Metin kardeşime sesleniyorum, hovardalığımın bu geceki finale’sini oynuyorum: bir karides güveç ile bir ahtapot güveç. Vallahi onlar da bitiyor sıyırmacasına. Tekrar söylüyorum, namerdim ki müesseseye ayıp olmasın diye bitiyorlar.

On saatlik yol yorgunu da olsanız,  bol yemiş ve bol içmiş de bulunsanız, eliniz artık bizimle limana kadar yürümeye mahkumdur ve bu da zevk için değil, sırf hazım içindir. Önce, Azmakbaşı’nın orada, Denizciler Derneği’nin kondurduğu kütük kulübenin önünden geçersiniz. Ama burada bir eksiklik vardır. Derneğin, limandaki asıl kafeteryasına turistlerin anlaması için yazılmış adı buraya nedense konmamıştır: “Mariners Association, Local and Cafeterya”

Arkasından, Kaymakam Evi’ne yaklaşırken, deniz kenarındaki Hey Yavrum Hey Bodrum’un nasıl bir Türkiye sentezi olduğunu gösteren mönü özetini verir: “Yörük ve Kafkas mutfağı, Dağıstan mantısı, deniz mahsulleri”. Deneyin, çok iyi gider abü.

Az daha yürüyün, eski Bodrum katedralinin kaybolmuş temelleri üzerine yükselen Halk Eğitim Merkezi meydanında Dalgıç Restaurant’ın (bunu zinhar “restoran” diye okumayın, günümüzde cahillik sayılır, bunu her iyi maganda gibi “restorant” diye telaffuz edeceksiniz kardeşim) reklamları sizi içine çeker: “The restaurant you looking as the best famuos vegetable kebap of Turkey”.

Dalgıç’ta fazlası da var: “Right now has been CNN, BBC, BBC Prime too”. Arkasından, bitirici vuruşu yapıyor Sembol kardeşimiz (Dalgıç’ın müstecirinin adıdır, eşini de tanıştırayım, ismi Şölende’dir): “İf you eat one time you can’t resist for another”.

Anlamadıysanız İngilizce öğrenin birader; buraya okul açmadık. Yine anlamazsanız, ki mümkündür, o zaman da günümüzün Türkçe’sini deneyin; bak onun garantisi var. Hadi Allah rahatlıklar versin, ben devriliyorum, şunları unutmadan yazayım dedim.

Önceki Yazı
Sonraki Yazı