Baskın Oran

“Pavlika”dan “Üniversite”ye, siyasal üçkaatçılık

Benim çocukluğumda,  siyasette çok tutulan bi üçkâat vardı. Oy devşirmek isteyen kasaba politikacılarının “Muhterem Hemşerilerim, bana oy virin, kasabanıza pavlika yaptıram!” diye nutuk atmaları, “demokrasi”nin başladığı 1950’den sonrası dönemin simgesi olmuştu. (Hatta, artık espri midir gerçek midir bilmiyorum, Anadolu’nun göbeğinde,  “Hele bi mebus olak, evelallah buraya liman yaptıracam!” diye yemin eden hırbolardan söz edilirdi.)

Zaman geçti, artık insanlar kasabalarına açılacak “pavlika”ları boşverip kentteki pavlikalara akmaya başladılar. Değerler de değişti. “Bi üniversite diploması” almak, iş bulmak açısından önem kazandı.

Başka bakımlardan da. Gerçek üniversite öğrencileri  sakın üstlerine alınmaya kalkmasınlar, birçok kızımız baba baskısından kurtulmak ve daha “iyi” koca bulmak, birçok oğlumuz da düz erlikten yırtmak ve daha “iyi” kız almak için üniversiteyi keşfetti. Artık ana-babalar, akşam yemeğinden sonra çaya gittikleri konu-komşuda “Kızımız mı, ah, ellerinizden öper teyzesi, bu yıl üniversiteye başlıyor, yaaa!” demeye pek önem vermeye başladılar. Üstelik herkes, büyük kentte kızının kötü yola sapmasından, oğlunun da öldürülmesinden korkuyordu.

Doğramacı Efendi’nin hesapları  ile kasaba politikacısının  hesapları işte bu ortamda birbirini buldu.

Biri,  hem 12 Eylül cuntacılarına  yaranmak için, hem de kendi kuracağı özel üniversiteyi göreli olarak değerli kılmak için, devlet üniversitelerinin sayısını çoğaltmayı keşfetmişti, öbürü de “pavlika” yerine çok daha pratik bir oy devşirme numarası bulmuştu. Doğramacı ile   politikacıların can ciğer kuzu sarmalığı buradan gelir.

Artık yeni dönemin bir değil, birbirine sımsıkı bağlı üç tane siyasal  üçkâadı vardı: Allah’ın unuttuğu kuş uçmaz kervan geçmez yerlere “üniversite” sözü vermek, üniversite olanaklarını hiç artırmadan kontenjanları bol keseden artırmak, bir de,  çakan haylazlara her yıl  “af” çıkartmak.

Bu üçkâatlar, gerçek birer Kristof Kolomb  yumurtası idi. Çünkü   kontenjan artırmak olsun af çıkartmak  olsun, tam anlamıyla el gömleğiyle gerdeğe girmekti, hem de bir üniversite kurmak kereste fabrikası kurmaktan çok kolaydı.  Büyükçe bir lise binası, “rektör” olmaya meraklı bir profesör, daktilo bilen bir sekreter, bir de “T.C. Bilmemne Üniversitesi” levhası. Tamam.

Bu gecekondu üniversitelerinin bu levhalarına konan adlar da,  durumu enfes biçimde tamamladı. Örneğin, bir ilimizdeki yeni üniversiteye,   Fransız işgali  döneminde, hamamdan çıkan bir kadının peçesini yırttığı söylenen bir Ermeni’yi vurup kargaşadan yararlanarak kaçmayı başaran  (bkz. AnaBritannica, cilt 20, s.197)  Uzunoluk Camisi imamının adı verildi: “Sütçü İmam Üniversitesi”.

Elhak, Cumhuriyet’in  kurulmasından yarım yüzyıl sonra, oy lâzım olduğunda  birdenbire ayıkıp, “Yahu, komşu ilin biri gazi, diğeri şanlı, peki biz neci oluyoruz!”  demek suretiyle illerinin kahramanlığını seçmenlerine anımsatan politikacılarımıza da ancak böylesi  uyar idi.

Tam bu sırada, Türkiye’nin başına çok medenî bir olay geldi. Nur topu gibi, akıllı mı akıllı bir kadın başbakanımız oldu. Fakat baktı bu iş  dışarıdan gözüktüğünden zorlu, Özel Ordu işine cumhurbaşkanı bile karşı çıkıyor, ekonomi felâkete gidiyor,  üniversite hocası olmasına aldırmadan Kristof Efendi’ye o da başvurdu.

Ama topuzu biraz kaçırdı, o kadar. Doğramacı’nın bile  yapmadığı  melâneti yaptı: Üniversiteye girişte ne kadar çakan varsa, hepsini birden üniversiteye aldı!  Böylece, çocukların aile efradıyla birlikte yaklaşık 1,5 milyon oy birden devşirivermeyi umuyordu.

Üstelik, AT standartlarını tutturmak için her başvurana oto ehliyeti verilmiyor muydu? Böylece, ülkemizde (Açık Öğretim uyutmacası dahil) o çağa gelen gençler arasında  yüzde 16 olan yükseköğrenim oranı, bu muazzam reform sayesinde AT ülkelerindeki gibi yüzde 40’lara doğru yükselmeye başlayacak, AT’nin bizi almamak için artık bahanesi kalmayacaktı. Bu arada, karayolları ehliyetli katil,  Türkiye de diplomalı cahil dolmuş, ne gam!

 

Önceki Yazı
Sonraki Yazı