Baskın Oran

Operasyon!

Yine “operasyon” modlarına girdik. Yaparsak ne olur? Önce geçmişe bakalım. Çünkü sosyal bilimlerin elinde laboratuar olarak sadece tarih var.

Şöyle başlayalım: Daha 1921 M. Kemal – F. Bouillon anlaşmasından itibaren Türkiye’nin kendi güneyi ve doğusuyla ilgili olarak yaptığı bütün antlaşmalar tek bir amaca yönelik oldu: Bölge ülkeleriyle anlaşarak Kürtleri ortak zapturapta almak. Doruk noktası 1937 Sadabad Paktı’nın 7. maddesi olan bu politika genelde başarılı. Bir tarafta isyan edip öbür tarafa kaçanlar geri verildi, vs.

Türkiye’de 12 Eylül 1980 darbesi patlayıp da Kürtler o sırada iktidar boşluğu içindeki K. Irak’a kaçınca, durum değişti. Diyarbakır Askerî Cezaevi’ndeki işkencelerin acısı buradan yapılan saldırılarla çıkartılmaya başlandı. Bunun üzerine “operasyon”lar devreye girdi.

Eski operasyonların röntgeni

Bunların ilki, ilginçtir, 1983’te. Yani, PKK’nın ortaya çıkışını simgeleyen 1984 Eruh-Şemdinli baskınlarından önce. Bunun ardından, sayıları bugüne kadar 30’a yaklaşmış başkaları sökün etti. Bir sınıflandıralım:

1) 1983-84: Irak’la özel anlaşma yapılarak girildi.

2) 1984-88: Irak’la imzalanan Güvenlik Protokolü’ne dayanılarak girildi. Bu belge, yukarıda sözünü ettiğim antlaşmalarda olduğu gibi, her iki imzacı tarafa Kürtleri sınır ötesinde “sıcak takip”le izleme olanağı veriyordu. 1988’de kaçan Kürtlerin izlenmesine Türkiye engel olunca, Saddam bu Protokol’ü feshetti.

3) 1991-95: Protokol feshedilince, gerekçe “Meşru müdafaa”ya dönüştü. Amerikalıların Çekiç Güç’ü kullanarak Türkiye sınırında Kürtlere bir “Güvenli Bölge” kurdukları dönemdi bu. Türkiye’nin çelişkisi büyüktü: PKK’yı vuran operasyonlar engellenmesin diye, Bölge’nin bir Kürt devletine dönüşeceğini göre göre, bu gücün süresini her üç veya altı ayda bir uzatıyordu.

4) 1995-2003: Gerekçe bu sefer de “Türkiye’nin varolma hakkı”na dönüştü. Bazı operasyonlar çok büyük boyutlar ve amaçlar taşıyordu. Örneğin Mart 1995’deki “Çelik Harekatı” 50.000 asker ve korucuyla sınırdan 60 km içeri girdi.  Eylül 1996’dakinde bir “Güvenlik Kuşağı” kurulacağı açıklandı. Bütün bunlara ciddi uluslararası tepki geldi.

Yer tutmasın diye pek ayrıntı veremedim ama, bilmem şunlar dikkatinizi çekti mi:

Bir kere: Operasyonu meşrulaştıran gerekçeler resmî “antlaşma”dan başlayıp zaman içinde “varolma hakkı”na doğru bulanıklaşıyor. Zaten 91’de “meşru müdafaa” gerekçesinin başlamasıyla birlikte bir yandan AB’den, bir yandan da Filistinlilere İsrail saldırılarını hatırlayan Üçüncü Dünya ülkelerinden uğultu gelmekte.

İkincisi: Operasyonlar Amerikalıların ve K. Irak Kürtlerinin “full” onayıyla yapılıyor. Hatta Amerikalılar uydudan bilgi veriyor, Kürtler de PKK’ya karşı fiilen çarpışıyor. Ama sonuç fark etmiyor. Örneğin 1992’de sınır boyunca 65 karakol inşa ediliyor, çekilirken peşmerge kontrolüne bırakılıyor, bunları PKK işgal ediverince Nisan 1994 harekatı yapılıyor, vs. Haziran 1997’deki Çekiç Harekatı’na Barzani’nin peşmergeleri de katılıyor. Yine de ABD ve İngiltere dışında Batı’dan ve Arap ülkelerinden büyük tepki var.

Üçüncüsü: Türkiye her seferinde “Bu sondur” diye ilan ediyor, sonun sonu gelmeyince de “PKK’nın kökü kazınıncaya kadar” diyor.

Dördüncüsü: Türkiye’nin asıl çelişkisi başka yerde. Bir yandan PKK’ya karşı K. Irak Kürtlerini elektrik, silah, para, kırmızı pasaport vs. vererek güçlendiriyor, bir yandan da onların fazla güçlenip devlet kurmalarından ürküyor. Sebebi: Kendi Kürtlerini memnun edemediğini biliyor; onlardan hiç emin değil, Kürdistan kurulursa oraya meylederler diye korkuyor.

Üstelik PKK’nın 1995’ten sonra askerî alanda kesin yenilmesinden sonra yine uykuya yatıyoruz. İdam cezasını kaldırmak ve TV’de 45 dakika Kürtçe program yapmak dışında hiçbir demokratikleştirme çabasına girişmiyoruz (28.05.2007 tarihli Radikal’den haber: “Iğdır Vali Yardımcısı Mithat Gözen, Kürtçe türkü söyleyen Çoban Ali’yi sahneden indirdi”). Kürt ağırlıklı illerde hiçbir ciddi ekonomik projeyi yürürlüğe sokmuyoruz. ABD’nin 20 Mart 2003 Irak istilası Kürdistan’ı kurduğunda, Türkiye bu vaziyette.

Bu cesaretin bir sebebi olmalı

Şimdi öyle bir acayip bir durum var ki, vallahi anlamıyorum. ABD’nin tüymek için (kusura bakmayın, Türkçede bunu adı budur) kendini paraladığı yere biz girmek için paralanıyoruz. Bölgeyi iyi bilen Cengiz (Çandar) 26 Mayıs tarihli Referans’ta yazıyor: “Kandil Dağı’nı görmek için 250 km gitmek, sarmak için 50.000 asker lazım. Diyarbakır ve Malatya hava üsleriyse 456 km ötede”. Hadi vardık ve sardık, bu kadar marş çaldıktan sonra orada kim kalır?

ABD’nin ve Iraklı Kürtlerin yardımıyla PKK terörünü 25 yıldır temizleyememiş bir Türkiye, şimdi ABD’nin “Kolaysa gir!”, Kürtlerin de “Kolaysa gel!” dediği bir dönemde girip temizleyecek. Birincinin eli kendini Irak’ta destekleyen biricik unsura yani ikinciye mahkumken, bu ikinci de devlet kuruyorum diye mağrurken. AB’nin ve Arap ülkelerinin protestoları hazırken. Operasyonun korkunç ekonomik maliyetiyle fırlayacak enflasyonumuz kapıdayken. Bu arada da “strateji uzmanı” emekli generaller demeç veriyor: “Girmek yetmez, bir de 15 kilometrelik Güvenlik Kuşağı lazım”. Aman tanrım.

Bir mazoşizm durumları mı var, yoksa daha incelikli durumlar mı? Genelkurmay Başkanı daha 1,5 ay önce operasyon istedi, Meclis’i göreve çağırdı, Hükümet oralı olmadı, Ulus’ta bomba patladı, Hükümet askerden talep gelsin derhal karar alalım dedi. Ama bu sefer de Genelkurmay’dan ses çıkmıyor.

İnsanın aklına kötü şeyler sokanlar var. Diyorlar ki, Kürtlerin Meclis’e girmesini engellemek için elbirliğiyle her şey yapıldı, anayasa bile değiştirildi ki bağımsızları birleşik oy pusulasına hapseden değişiklik bu seçimlere uygulanabilsin. Ama adamlar kararlı, bağımsız girecekler, bir sürü muzır aydın da bağımsız girecek, mitingler bitti, muhtıra mizah konusu oldu; seçimleri yaptırmamak için tek çare savaş. Polis yasası da gümbür gümbür geliyor; kaldırımdan yürüyenin parmak izini alacaklar…

Olabilir mi? Bilemem. Bildiğim tek şey, Kürtler Meclis’e bu sefer de giremezse Türkiye’nin işinin fevkalade zorlaşacağı. Siyaset biliminde iki durum var: Muhalefeti sisteme sokmak, muhalefeti sistem dışına itmek. Birinci durumda giren senin mevcut düzeninde reformlar ister, ikinci durumda itilen sistemi yıkmaya soyunur. Yani, lafı dolandırmayayım, dağa çıkar. Sen de gider indirmek için operasyon yaparsın, her operasyondan sonra da “Bu sonuncusu” diye ilan edersin. Olmayınca, “Dağa çıkanın kökü kazınıncaya kadar” dersin. Yani, mevzu vatansa, gerisi teferruat. Mesela, kendi Kürtlerini yabancılaştırmak teferruat. İç savaş olasılığı teferruat.

İyi de, Ulus’taki terör eylemi en fazla DTP’ye zarar verdi. Her mayın patladıkça adamların oyları buharlaşıyor. Bu nasıl iş şimdi? Yoksa DTP’yi engellemek isteyenler arasında PKK da mı var? Aklımızı koru, olmaz mı yarabbi.

————————

Tarih laboratuarı meraklılarına Not: 1974 Kıbrıs sonrasında Yunanistan’da ve 1982 Falkland sonrasında Arjantin’de neler oldu, bir göz atınız; benim anlatacak yerim kalmadı.

Önceki Yazı
Sonraki Yazı