Tanımakla iftihar ettiklerimin (pardon, “gurur duyduklarımın” falan demedim, demem, siz de demeyiniz, o iğrenç kelimeyi kullanmayınız; zaten gururlu olmak en övünülmeyecek pis bişeydir) başında gelen Can Dündar’dan okudum, Hakkari’de Berçalan diye bir yayla varmış ve insanlar 15 yıldır çıkamıyorlarmış terör dönemi yasakları nedeniyle.
Bir grup gazeteci ve sanatçının girişimiyle başlatılan İstanbul-Hakkari Sanat Köprüsü etkinliklerinden olmak üzere bu yaylada bir piknik yapılması planlanıyor.
Ama yapılamıyor. Çünkü “güvenlik gerekçesi”yle yasaklanıyor!
Arkasından, Hakkari İl Jandarma Komutanı Albay Erdal Akpınar sanat etkinlikleri sırasında Kürtçe şarkı okunmasını da yasaklıyor. Söylediği, Ali Sevmiş’in Cumhuriyet’teki haberine göre, aynen şöyle:
“Bir tek Kürtçe kelime geçerse programı iptal ettiririm!”
Arkasından, yeni İçişleri Bakanı R.K. Yücelen devreye giriyor ve şarkı yasağı kaldırılıyor.
Arkasından, Olağanüstü Hal Bölge Valisi Gökhan Aydıner devreye giriyor ve “bağdaştırıcı görüş”ü egemen kılıyor: Kürtçe şarkı sayısı 3’le sınırlanıyor…
Halk canından bıkmış, usanmış. Hakkari-Van karayolunda 5 kere durdurma ve arama var, şoför “Alıştık artık, aranmazsak yadırgarız” diyor. 80 doğumlu oğlunu “Olağanüstü hal çocuğu; normal hayat görmedi hiç” diye niteliyor. Sessiz çığlıklar, bunlar.
“Sinema filmsiz, hastane doktorsuz, ama Başkale girişinde dağda ‘Tek vatan, tek millet, tek dil’ yazıyor” diyor Can.
* * *
Ankara’daki Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezinde (ASAM) konuşma yapıyordum: “Buradaki konumuz açısından, bir ülkedeki vatandaşlar ikiye ayrılır: Gönüllü vatandaşlar, zorunlu vatandaşlar. Birinciler bu ülkede memnuniyetten kalanlardır, ikincilerse mecburiyetten. Bir ülke, vatandaşları ancak birinci gruptansa güçlüdür. İkinci gruptansa, zayıftır”.
Sonra ekledim: “Bir ülkenin vatandaşları, ancak rahat ekmek bulabiliyorlarsa ve gönüllerindeki kimliğe rahat ulaşabiliyorlarsa gönüllü vatandaş olurlar”.
Şimdi, söyleyiniz bana: PKK yenildikten sonra bile, sizi İstanbul’dan ziyarete gelen sanatçı ve gazetecileri (ve, doğal olarak, resmî ve sivil polisler eşliğinde) alıp pikniğe götürmenizi yasaklayan bir ülkenin gönüllü vatandaşı mı hissedersiniz kendinizi, yoksa mecburi mi?
Anadilinizde şarkı dinlemenizi il jandarma komutanının yasakladığı, onun amiri olan içişleri bakanının kaldırmak için çırpındığı, ama arkasından (yine o içişleri bakanının amiri olduğu) valinin şarkıları 3’le sınırladığı bir ülkenin hangi tür vatandaşısınız?
Üstelik, bir de yolunuzda köprü, evinizde akar su, sinemanızda film, caddenizde asfalt, sofranızda aş, elinizde iş, hastanenizde hekim yoksa?
* * *
Ankara’da bir de ATAUM var: Avrupa Topluluğu Araştırma ve Uygulama Merkezi. Yıllardır ders veririm. Yetişkin insanlar resmî dairelerden gelip dinlerler. Bu yılki grup her zamankinden daha ilgiliydi. Derste sordukları sorular, sergiledikleri katılım beni çok memnun etti.
İçlerinden bir hanım, Lozan konulu son derste söz aldı:
“Hocam, Türkiye’de yalnızca doğulu vatandaşlarımızın sıkıntı çektiğini söyleyenler var. Bu doğru değil; Türkiye’de herkes ekonomik sıkıntı çekiyor, hakkı ihlal ediliyor; yalnızca onlara yönelik bir durum değil bu. Üstelik, bu gibi ihlaller bizi eleştiren ülkelerde de görülüyor” dedi.
“Hanımefendi, dedim, dile getirdiğiniz bu iki itiraz, insan hakları ihlallerini hafifsemek isteyenlerin en çok kullandıkları iki savunmadır; benim Küreselleşme ve Azınlıklar kitabının 56. sayfasında da yazıyor”.
* * *
1980’lerin sonunda insanların artık demokrasiye geçmek için kıvrandıkları dönemde, Tan Oral’ın Cumhuriyet gazetesinde enfes bir karikatürü vardı,:
Birisi, kaşlarını fena halde çatmış, vatandaşa kükrüyor: “Ne? 12 Eylül öncesine mi dönmek istiyorsun bakiim!”
Vatandaş sakin sakin cevap veriyor: “Hayır! 12 Eylül sonrasına geçmek istiyorum artık”.
İnsanlar bugün gözleriyle aynı şeyi söylüyorlar. Ne olur, artık himmet edip duysak ve bu insanları gönüllü vatandaş yapsak da, ağızlarıyla veya tekrar “başka türlü” söylemelerini önlesek. Umut yok demeyin; nitekim Can son yazısında Berçalan Yaylasında pikniğin gerçekleştiğini müjdeliyordu.