Bodrum’da Beton Şakir olayının içyüzü
Baskın Oran
Efendim, geç olsun güç olmasın, iki aylık bir maratondan sonra (günde 15 ilâ 18 saat) kitap bitti, bendeniz tekrar aranıza döndüm. Allah hemen bir daha ayrılık göstermesin.
Kitap bitti de, benim aklım hâlâ onda. Ama hem siz bu sıcaklarda Türk dış politikası falan çekemezsiniz, hem de dün gece yemekte Beton Şakir olayının içyüzünü anlattılar. Hani, geçenlerde bütün gazeteler Beton Şakir diye bir Bodrumlunun buradaki Kürt kolonisiyle kavgaya tutuşup ortadan kaybolduğunu yazıyordu ya, işte o olay. Onu anlatayım, bu yaz ilk Bodrum yazım olsun. Hemen baştan belirteyim de rahat okuyun, bu işin Türk-Kürt kavgasıyla ilgisi yok, başka şeyle var. (Bana bunları anlatanların da Bodrumlu olduğunu, kavganın öteki yanından kimseyi dinleyemediğimi bilerek okuyunuz).
Efendim, bu Beton Şakir çok mütevazı bir aileden geliyor; hani ekmeğini dişiyle tırnağıyla kazanan cinsten. Bütün aile fertleri böyle. Annesi Hamide Hanımefendi aynen Deli Dumrul gibi “Deli” nâmıyla maruf olup, özellikle kızı Güler ve torunu Naciye’yle birlikte Bodrumun en şahsiyetli kadınları arasında yer alıyorlar.
Neden “Beton”, onu da arz edeyim. Beton’un çok sevdiği bir arkadaşı varmış, aniden ölüvermiş, Beton bunu duyunca bikaç gün öylece donup kalmış. Oradan geliyor betonluğu. Kendisinin Mert adında bir teknesi var ama, ufak bişey. Daha çok, orada avlayıp orada meze yapmaya yarıyor. Çünkü çoğu balıkçı gibi Beton da rakıya saygılı. Öyle, acemiler gibi, beş dakkada beşiktaş usulü de içmiyor; azar azar, öğlene doğru başlayıp sabaha doğru uzanan, ufaktan ufaktan, efendi usulü bir götürüşü var. Biliyor yani bu işi.
Biliyor da, başkaları bilmiyor. Mesela, enerji kaynağı olarak rakı yerine tiner istimal edenler oluyor (söz konusu kavganın karşı tarafı bu takımdanmış). Bodrum’un raconunu bozdukları için Beton bunlara çok kızıyor; eğer bir de sızıp kalırlarsa gidip ceza kesiyor. Bu seferki ceza, ben söyleyenlerin yalancısıyım, yedi yüz elli milyon. (Sanıyorum Beton fahri belediye müfettişi. Yoksa, nasıl ceza keser. Hani, benim fahri trafik müfettişi olduğum gibi, falan).
Ceza kesilenler durumun farkına varınca Beton’u aramaya başlıyorlar. Bulsalar, teknesi Mert’i ateşe vereceklermiş, söylenenlere göre. Bulamayınca, Beton’un oturduğu mahallenin girişinde koskocaman bir okaliptüs vardır (hani canım, kebapçıların pizzacıların çok olduğu yer, eski Bodrum Katedralinin yerine yapılmış olan çikinlik numunesi Halk Eğitim binasının olduğu meydan), işte o ağacın altına oturtuyorlar içlerinden birini, başlıyor Beton’u beklemeye.
Halbuki Beton o arada onlara güzellikle haber yollamış. Diyor ki, üç yüz ellisi lazımdı kullandım, geri kalan dört yüzünü göndereyim, diyor; daha ne desin birader. Ama adamlar aç gözlü, kabul etmiyorlar. Ağacın altındaki nöbet devam ediyor, nasılsa evine girmek için geçecek.
Gerçekten geçiyor ama, Naciye’nin kocası geçiyor. Bekleyen erketeye patlatıyor bir tokat, gidiyor. Bunu duyan karşı taraf tabii çıldırıyor, döner bıçaklarıyla mücehhez bir takviye ekibi getirtiyor. Ama koydunsa bul. Yine de kan çıkıyor, çünkü kimseyi bulamayınca kendilerine jilet atmaya başlıyorlar, ortalık mezbahaya dönüyor. Tabii bu arada biraz yumruklaşma falan olmuş galiba.
Peki Beton o sırada nerede, yaklaşık 50-60 metre uzakta, ama teknede. Deniz insanının kara insanına avantajını kullanıyor. Olaylar yatışana kadar. Hani, düşmanlar gidene kadar Çelik Bilek nasıl bataklığa dalıp kamışla nefes alırdı, öyle işte.
Vaziyet şimdilik böyle sevgili okurlarım. Yani bu bir milliyet kavgası değil çok şükür, sadece şahsi bir münakaşa. Ama ben size ciddi bişey söyleyeyim mi, eğer 1990’ların başında olsaydı fena dallanıp budaklanırdı. Bir “yakıt tercihi” münakaşasından ibaret kalmazdı.
* * *
Geldiğimiz gece duşumuzu yaptığımız gibi, çocukları da alıp kendimizi Berk’e attık. Daha önce de çok bahsettim, hemen bizim Halikarnas yokuşunun altında, Kumbahçe parkının karşısındaki balıkçı lokantası. Bu yaz bu kadar geç kaldığım için vurulan şaplakları yiyip, karşılığında da, Tekirdağ’ı dondurucuda fazla bırakıp buğulandırdıkları için ben onları zılgıtladıktan sonra, tam ağzımıza altlık makamında birer çekiçte zeytinatıp kadehleri kaldırıyoruz, bikaç masa öteden bir çığlık koptu.
Ne olsa beğenirsiniz? Hadi, tadınızı kaçırmayıp kısa keseyim, her yıl Bodrum’a organize yankesici ekipleri gelir, bunlar son zamanlarda 6-7 yaşındaki kız yavrularını çalıştırmaya başladılar, yine bu yaşlarda bir yavrucak masadaki kadınlardan birinin sandalye arkasına astığı çantasına kalk gidelim demiş, yakalamışlar. Motosikletle Yunuslar gelene kadar da tuttukları için, sürekli ağlayıp çığlık attı. Tabii, lokanta ikiye ayrıldı. Lokmalar boğazımıza tıkıldı. Bu kadar berbat bir durum olur. Bunu düzenleyenler biliyorlar tabii, 6 yaşındaki bir kız çocuğunu iş üzerinde yakalayacak olanın çelişkisini.
O sırada anlattılar, bizim Naciye (canım, Beton’un yeğeni) bigün çarşıda çığlığı basmış “Koşun, çantayı kaptı gidiyoo!” diye, bütün Bodrum başlamış oğlanın arkasından koşmaya. Tabii ne olacak, hemen kıstırmışlar, basmışlar sopayı, oğlan aşağıdan bağırıyormuş: “Otogara yetişiyorum, hırsız değilim!” diye. Bir bakmışlar, hippiden bir oğlan, sırt çantasıyla yetişmek için koşuyor. Naciye’ye ne bağırdın be kızım demişler, “Ben bilitdurum mu? (ben nereden bileyim’in Bodrumcası), koşuyodu, çanta çaldı sanıveedim” demiş.
Siz siz olun, yaz kalabalığında çok aceleniz bile olsa, elinizde çantayla Bodrum’da koşmayın. Bir Naciye falan vardır, fena dayak yersiniz.