Lozan Antlaşması’nın 100. yılı dolayısıyla katıldığım sempozyumda antlaşmanın hem Türklerin yenildiği I. Dünya Savaşı’nı, hem de Türklerin yendiği Kurtuluş Savaşı’nı bitirdiğini; yani Lozan’ın zafer veya hezimet değil, bir uzlaşma olduğunu belirttim.
Lozan Barış Antlaşması’nın 100. yılı dolayısıyla Lausanne kenti belediye binasında 10 Haziran günü bir sempozyum yapıldı.
Belirtildiği kadarıyla bildiriler, davetçilerden biri olan Paris Kürt Enstitüsü’nün sitesinde yayınlanacak. Ben ikinci paneldeki “Antlaşma’da Azınlıklar” konulu Fransızca bildirimi 3 bölüm halinde sundum. Kendi sitemde de yayınlayacağım. Çok özetle şöyle:
1) Antlaşma’nın genel incelenmesi. Burada, Antlaşma’nın I. Dünya Savaşı’nı bitirenler arasında halen uygulanan tek metin olduğunu söyledim. Bunu Antlaşma’nın hem Türklerin yenildiği I. Dünya Savaşı’nı, hem de Türklerin yendiği Kurtuluş Savaşı’nı bitiren metin olmasına, yani Lozan’ın zafer veya hezimet değil, bir uzlaşma oluşuna bağladım. Lozan kentinin niye seçildiğini de anlattım.
Sevr’in aksine burada “Büyük Ermenistan”ın adının geçmediğini, çünkü Ankara’nın müzakereler sırasında İzmir İktisat Kongresi’ni yaparak Batılılara “Bolşevik olmayacağız” mesajını verdiğini, bu durumda Batılıların Sovyet Rusya’ya karşı “tampon devlet” olarak Büyük Ermenistan projesinden vazgeçtiklerini ilave ettim.
Yine Sevr’in aksine Kürdistan’ın da adının geçmediğini, bu tarihsel bölgenin üç devlet arasında bölündüğünü ekledim. Kürtlerin buna rağmen Kurtuluş Savaşı’nda Ankara’nın yanında yer almalarının sebeplerini 5 maddede özetledim:
a) En önemlisi, 1915-16’dan sonra Ermenilerin büyük ölçüde kalmadığı, kendilerinin ise çoğunlukta olduğu yerlerde kurulmak istenen “Büyük Ermenistan” projesinden nefret etmeleri; b) İngiltere’nin Musul petrolünü garantiledikten sonra artık Kürtlerle ilgilenmemesi, onlara Afrika kabilelerine verdiği “koloni” statüsünü bile vermemesi; c) İzmir’in eski tebaa Yunanlılar (“gavurlar”) tarafından işgal edilmesi; d) 1921 Anayasası’ndaki 11. ila 14. maddelerin “mahallî muhtariyetler”i düzenlemesi; ki bu durum 16.01.1923 İzmit Basın Toplantısı’nda Gazi’nin ağzından Kürtler için açıkça teyit edilmiştir e) Kürtlerin tam bir dağınıklık içinde olması.
2) Antlaşma’daki “Azınlıkların Korunması” kesimi. Burada Gayrimüslimlerin azınlık haklarına kavuştuklarını, fakat bu hakların bugüne kadar çok ihlal edildiğini anlattım, Bu kategori dışında Antlaşma’nın 3 kategoriye daha haklar getirdiğini, bu nedenle bu kesimin aynı zamanda bir insan hakları bölümü olduğunu ekledim:
a) “Dilleri Türkçe olmayan” vatandaşlara mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanma hakkı (Md. 39/5); b) Bütün vatandaşlara her yerde istedikleri bir dili kullanma hakkı (Md. 39/4); c) “Türkiye’de oturan herkes”e yasa önünde eşitlik hakkı.
3) Günümüzde büyük önem kazanan Md. 39’daki dil hakları. Md. 39’un Ankara ile Batılıların ortak metni olduğunu, Türkiye Devleti’ni kuran Antlaşma’nın 39/4 ve 39/5 hükümlerinin bugüne kadar ihlal edilmesinin AB’yle ilişki kurmaya engel en önemli husus olduğunu belirttim.
***
Sempozyumun son paneli “Lozan Antlaşması’nda revizyon yapılabilir mi?” başlığını taşıyordu. Burada bildiri sunanlar, Antlaşma’nın haksız olarak Kürtleri ve Ermenileri dışladığı ve bu haksızlıkların nasıl giderilebileceği üzerinde konuştular.
Uluslararası hukukta, çok taraflı antlaşmaların değiştirilmesi ancak rebus sic stantibus (koşullar değişmediği sürece) ilkesiyle söz konusu olur. Nitekim yine Lozan’da imzalanan senetlerden Lozan Boğazlar Sözleşmesi, II. Dünya Savaşı’na giden ortamda (1936) taraflarca Montreux’de değiştirilmiş ve bölge tamamen Türkiye’nin egemenliğine bırakılmıştı.
Fakat 1923’te Lozan Konferansı’nda tam 18 adet senet imzalanmıştı. Bizim “Lozan Antlaşması” dediğimiz, Türkiye’nin sınırlarını çizen ve 8 ülke tarafından imzalanan Lozan BarışAntlaşması bunların biri ve en önemlisiydi. Böyle çok taraflı bir metnin değiştirilmesi ancak tüm imzacıların yeni bir konferans toplaması ve imzalarıyla olur. Bunun, uluslararası hukuk okumamış olanlarca da bilineceğini sanıyorum.
Yalnız, burada beni çok rahatsız eden 3 tane tatsız husus var.
1) Son panelin havası, lafız olarak değil ama, atmosfer olarak antlaşmanın yenilenmesi olasılığını tartıştı.
Kürtlerin ve Ermenilerin neler hissettiklerini tabii ki anlıyorum ve iyi biliyorum. Sevr Türkler için nasıl bir haksızlık belgesi idiyse, Lozan’ın bazı hükümleri ve uygulaması da onlar için aynı şey; bunu vicdanı olan herkes kabul etmeli.
Ama Lozan’ın nasıl değiştirilebileceği bir vicdan meselesinin çok ötesinde, bir uluslararası hukuk meselesidir, bu da bilinmeli.
Daha da önemlisi, anlaşılıyor ki, Hrant’ın bundan en az yirmi yıl önce söyledikleri hiç anlaşılmamış. Hrant bin kere ve açık açık şunu ifade etmişti: “Bizim [Ermenilerin] sorunlarımız dışarıdan müdahaleyle düzeltilemez, bunu ancak Türkiyeliler düzeltebilir.” Hrant bunun içindir ki Agos’u 1996’da Türkçe yayınlamaya başlamıştı. Sapına kadar doğru söylemişti canım kardeşim.
2) Bu son panelin Türkiye’de CB Erdoğancılar ile Ulusalcılar tarafından ne biçim kullanılacağını tahmin etmek için allame-i cihan olmaya gerek yoktu. Nitekim, Kürtlerin ve Gayrimüslimlerin haklarını savunduğu tarihlerde (2000’den önce) benim de yıllar yılı yazdığım Aydınlık en önce harekete geçen oldu. Şöyle:
“Batı’nın asla unutmadığı büyük yenilginin senedi niteliğindeki Lozan Barış Antlaşması üzerinden yürütülen kara propaganda ise hâlâ devam ediyor. Bundan yaklaşık yüz yıl önce Batılı emperyalistlere karşı elde edilmiş en büyük zafer metinlerinden biri olan Lozan Barış Antlaşması 100. yılına giriyor.”
3) İçişleri Bakanı S. Soylu bir yandan “Dağda 88 terörist kaldı” diye ilan ederken, Suriye ve Irak topraklarına sürekli silahlı müdahaleler yapılıyor. Dahası, Suriye’nin kuzeybatısında (İdlib) onlarca askerî üs kurularak ve kuzeyi Gaziantep valiliği yönetimine bırakılıyor, burada üniversite dahil binalar inşa ediliyor.
Bunlar Lozan Barış Antlaşmasının çizdiği sınırlar içinde mi yapılıyor? Lozan böylece Türkiye Cumhuriyeti ve onun bazı kurumları tarafından değiştirilmiş olmuyor mu?
Bunu söylerken, emekli amirallerimizin ilan ettiği, Ege’yi silme Türk ilan eden Mavi Vatan’ı hiç karıştırmıyorum.
Hele de, D. Bahçeli’ye Ülkü Ocakları ziyareti sırasında sunulan ve Akdeniz’deki Girit’i bile Türkiye’ye ait gösteren “Misak-ı Milli Sınırları” haritasından hiç bahsetmiyorum.
İçim almıyor.