Geçen hafta yazdıklarım birtakım gazete haberlerinin aktarılmasından ibaretti. Bu haftaki ise, ayağımızın bastığı tarihsel noktada bu haberlerin ne anlama geldiği üzerine; yani teoriye ilişkin. Uzatmadan söyleyeyim, ana fikri de şöyle:
Milliyetçilik duygusu iki öğeden oluşur. Olumlu öğe dil, din, soy, tarih, toprak, devlet vs. gibi kavramların ortak paylaşımıyla gelişen “biz” duygusudur. “Onlar” duygusu anlamına gelen olumsuz öğenin ise iki kanattan beslendiği söylenebilir: Birinci kanat, ülkedeki maddi olumsuzlukların üst üste binmesi sonucu meydana gelen tutunum bunalımıdır (bu, Devlet’in karşısındaki grupta bir “maddi mağduriyet duygusu” oluşmasına yol açar). İkinci kanat ise, ülkedeki egemen milliyetçilik uygulamasına duyulan tepkidir (bu da, “manevi mağduriyet duygusu”na yol açar).
Olumlu öğe, ortak bir ekonomik pazarın gelişmediği (yani, kapitalizmin zayıf olduğu) ülkelerde/yörelerde epey zayıftır. Bu durumda olumsuz öğe onu ikame etmek için harekete geçer ve milliyetçiliğin esas motoru halinde gelir.
Olumsuz öğenin böylesine önem kazanması durumunda maddi mağduriyetin oluşmasını önlemek kolay değildir, çünkü ülkenin ekonomik ve toplumsal sorunları hemen halledilemeyecek kadar çetrefildir. Ama, (asıl önemli olarak beliren) manevi mağduriyet oluşumunu denetlemek mümkündür. Eğer egemen milliyetçiliği temsil eden Devlet, ideolojiyi aşırı baskıyla ve akıldışı bir biçimde uygulamazsa (yani, karşısındaki grubun alt-kimliğini inkar etmeye ve bu alt-kimliği sahiplenenleri cezalandırmaya kalkmazsa), milliyetçilik ateşine benzinle gitmemiş olur.
Peki, Devlet neden aşırı ve akıldışı ideolojik baskı yapsın? Çünkü her milliyetçilik için asimilasyon (yani, karşıdakinin alt-kimliğini sıfırlamak) pek çekici bir ülküdür. Ama asimilasyon ikiye ayrılır: doğal (kendiliğinden, ekonomik süreç sonucu) ve zorla (baskıyla) asimilasyon.
Her devlet asimilasyon yapmak isteyebilir. Ama akıllı devlet, şu “kronolojik” gerçeği bilen devlettir: Eğer karşısındaki grubun biz bilinci, ülkedeki ulusal ekonomik pazarın kurulmasından önce oluşmuşsa, doğal asimilasyon için artık fazlasıyla geç kalınmıştır.
Akıllı olmayan devlet ise, bu durumda da zorla asimilasyona gitmekte sakınca görmeyen devlettir. Çünkü yapacağı baskının yaratacağı tek sonuç, manevi mağduriyet duygusunun şiddetlenmesi olacaktır. Üstelik, bu arada maddi ve manevi mağduriyetler bir de üst üste binerse, yani alt-kimliği inkar edilen grup Devlet’in temsil ettiği gruba oranla bir de sınıfsal bakımdan alt düzeyde kalırsa, mağduriyet duygusu/milliyetçilik tepkisi kendini birkaça katlayabilir.
* * *
Sanırım, geçen yazıdaki son üç aylık haberleri niye alt alta sıraladığım ortaya çıkmıştır.
Kürtler, çok çeşitli nedenlerle, milliyetçiliklerini olumlu değil olumsuz öğe sayesinde ortaya koymuş bir halktır.
1639 Kasr-ı Şirin’den bu yana bu hep böyledir: 1800’lerde II. Mahmut merkezileştirmesine tepki sonucu şeyh isyanlarını yapmışlardır, 1908’de Jön Türklerin Türkçü nutuklarına tepki sonucu Kürt olduklarını öğrenmişlerdir (Zinnar Silopi ve Nuri Dersimî bunu çok iyi anlatırlar), 1930’larda Kemalizm’in ulus inşa sürecinde Kürtçe kelime başına para cezası koymasıyla pişmişlerdir, 27 Mayıs’ta Cemal Gürsel’in “Size Kürt diyenin suratına tükürünüz” demesiyle irkilmişlerdir, 1960’larda ilk gövde gösterilerini Ötüken dergisinin hakaretlerine karşı Doğu Mitingleri biçiminde düzenlemişlerdir, 12 Mart’ta DDKO davasında askerî savcının “Türk ve Kürt kelimelerinin ikisi de dört harflidir ve bu harfler aynıdır; demek ki Kürtler Türk’tür” diye mantık yürüttükten sonra bir de “Anayasamız soyut bir ırkçı görüş yerine; birleştirici, ülkücü, ilerici bir milli ırkçılığı kabul etmiştir” buyurması sonucu bilenmişlerdir, nihayet 12 Eylül mezaliminin eşi menendi bulunmayan uygulamalarıyla da dağlara itilmişlerdir.
Geçen haftaki yazıyı bu teorik bilgiler ışığında bir daha okuyunuz ve ulusal ekonomik pazarı ancak 1980’den sonra oluşan Türkiye’de devletin ne yapmakta olduğunu bendenize izah etmek lütfunda bulununuz. Çünkü benim Latincem bunu anlamaya artık yetmiyor.
Geçen hafta yazdıklarım birtakım gazete haberlerinin aktarılmasından ibaretti. Bu haftaki ise, ayağımızın bastığı tarihsel noktada bu haberlerin ne anlama geldiği üzerine; yani teoriye ilişkin. Uzatmadan söyleyeyim, ana fikri de şöyle:
Milliyetçilik duygusu iki öğeden oluşur. Olumlu öğe dil, din, soy, tarih, toprak, devlet vs. gibi kavramların ortak paylaşımıyla gelişen “biz” duygusudur. “Onlar” duygusu anlamına gelen olumsuz öğenin ise iki kanattan beslendiği söylenebilir: Birinci kanat, ülkedeki maddi olumsuzlukların üst üste binmesi sonucu meydana gelen tutunum bunalımıdır (bu, Devlet’in karşısındaki grupta bir “maddi mağduriyet duygusu” oluşmasına yol açar). İkinci kanat ise, ülkedeki egemen milliyetçilik uygulamasına duyulan tepkidir (bu da, “manevi mağduriyet duygusu”na yol açar).
Olumlu öğe, ortak bir ekonomik pazarın gelişmediği (yani, kapitalizmin zayıf olduğu) ülkelerde/yörelerde epey zayıftır. Bu durumda olumsuz öğe onu ikame etmek için harekete geçer ve milliyetçiliğin esas motoru halinde gelir.
Olumsuz öğenin böylesine önem kazanması durumunda maddi mağduriyetin oluşmasını önlemek kolay değildir, çünkü ülkenin ekonomik ve toplumsal sorunları hemen halledilemeyecek kadar çetrefildir. Ama, (asıl önemli olarak beliren) manevi mağduriyet oluşumunu denetlemek mümkündür. Eğer egemen milliyetçiliği temsil eden Devlet, ideolojiyi aşırı baskıyla ve akıldışı bir biçimde uygulamazsa (yani, karşısındaki grubun alt-kimliğini inkar etmeye ve bu alt-kimliği sahiplenenleri cezalandırmaya kalkmazsa), milliyetçilik ateşine benzinle gitmemiş olur.
Peki, Devlet neden aşırı ve akıldışı ideolojik baskı yapsın? Çünkü her milliyetçilik için asimilasyon (yani, karşıdakinin alt-kimliğini sıfırlamak) pek çekici bir ülküdür. Ama asimilasyon ikiye ayrılır: doğal (kendiliğinden, ekonomik süreç sonucu) ve zorla (baskıyla) asimilasyon.
Her devlet asimilasyon yapmak isteyebilir. Ama akıllı devlet, şu “kronolojik” gerçeği bilen devlettir: Eğer karşısındaki grubun biz bilinci, ülkedeki ulusal ekonomik pazarın kurulmasından önce oluşmuşsa, doğal asimilasyon için artık fazlasıyla geç kalınmıştır.
Akıllı olmayan devlet ise, bu durumda da zorla asimilasyona gitmekte sakınca görmeyen devlettir. Çünkü yapacağı baskının yaratacağı tek sonuç, manevi mağduriyet duygusunun şiddetlenmesi olacaktır. Üstelik, bu arada maddi ve manevi mağduriyetler bir de üst üste binerse, yani alt-kimliği inkar edilen grup Devlet’in temsil ettiği gruba oranla bir de sınıfsal bakımdan alt düzeyde kalırsa, mağduriyet duygusu/milliyetçilik tepkisi kendini birkaça katlayabilir.
* * *
Sanırım, geçen yazıdaki son üç aylık haberleri niye alt alta sıraladığım ortaya çıkmıştır.
Kürtler, çok çeşitli nedenlerle, milliyetçiliklerini olumlu değil olumsuz öğe sayesinde ortaya koymuş bir halktır.
1639 Kasr-ı Şirin’den bu yana bu hep böyledir: 1800’lerde II. Mahmut merkezileştirmesine tepki sonucu şeyh isyanlarını yapmışlardır, 1908’de Jön Türklerin Türkçü nutuklarına tepki sonucu Kürt olduklarını öğrenmişlerdir (Zinnar Silopi ve Nuri Dersimî bunu çok iyi anlatırlar), 1930’larda Kemalizm’in ulus inşa sürecinde Kürtçe kelime başına para cezası koymasıyla pişmişlerdir, 27 Mayıs’ta Cemal Gürsel’in “Size Kürt diyenin suratına tükürünüz” demesiyle irkilmişlerdir, 1960’larda ilk gövde gösterilerini Ötüken dergisinin hakaretlerine karşı Doğu Mitingleri biçiminde düzenlemişlerdir, 12 Mart’ta DDKO davasında askerî savcının “Türk ve Kürt kelimelerinin ikisi de dört harflidir ve bu harfler aynıdır; demek ki Kürtler Türk’tür” diye mantık yürüttükten sonra bir de “Anayasamız soyut bir ırkçı görüş yerine; birleştirici, ülkücü, ilerici bir milli ırkçılığı kabul etmiştir” buyurması sonucu bilenmişlerdir, nihayet 12 Eylül mezaliminin eşi menendi bulunmayan uygulamalarıyla da dağlara itilmişlerdir.
Geçen haftaki yazıyı bu teorik bilgiler ışığında bir daha okuyunuz ve ulusal ekonomik pazarı ancak 1980’den sonra oluşan Türkiye’de devletin ne yapmakta olduğunu bendenize izah etmek lütfunda bulununuz. Çünkü benim Latincem bunu anlamaya artık yetmiyor.