“Bardağın yarısı boş mu, dolu mu?”, gazeteciler bunu sora sora helak oluyorlar.
Eğer doruk toplantısının sonucu açısından soruluyorsa, bardağın tümü boş. Çünkü AB’nin tüm istediği oldu, Türkiye’nin hiçbir istediği olmadı. Türkiye 2003 için koşulsuz bir müzakere tarihi istemişti, AB koşullu olarak 2005 önermişti. Sonuç: Koşullu olarak Aralık 2004!
Ama, Türkiye’nin kendi insanına insan muamelesi yapması açısından soruluyorsa, bardağın tümü dolu. Çünkü şimdi Türkiye oturup kendi kendini adam etmeye her zamankinden fazla mecbur. Çünkü doruktaki hezimet fazla büyük. Bu durum nasıl ortaya çıktı?
1) Yanlış üslup: Birincisi, bezirganlığın 1 numaralı kuralıdır, alıcının fazla hevesli ve ısrarcı davranması halinde satıcı fiyat yükseltir ve hatta satışı erteler. İkincisi, bu kadar yapışkanlık halinde ulusal onur zedelenir ve karşı taraf aşağılayıcı muameleye başlar. Türkiye, o berbat koşullarda NATO’ya girerken bile, farklı statüde üyelik önerisini reddetmiş, eşit statü önerilinceye kadar beklemişti (bkz. Türk Dış Politikası, cilt I, s.550). Bu sefer, taa başından beri, bu iki kuralı hiç bilmezmiş gibi davrandı. Bu, devlet politikasının kronik hezimetidir.
Bir de, T.Erdoğan politikasının akut hezimeti var buna eklenen: Kapı kapı dolaşıp da bişey elde edemeyince, “Sonuçlarına katlanırsınız” diye tehdit başladı. “Biz de NAFTA’ya gireriz” dendi. Yani Türkiyemiz o kadar Batıcı ki, B.Avrupa’yı da aşıp daha batıya, K.Amerika’ya hamle ediyor. Erdoğan’ın uluslararası ilişkiler uzmanı olmamasına yine de dua etmek lazım; çünkü maazallah daha bile batıda, Pasifik’te kurulmuş ekonomik işbirliği örgütü APEC’i bilse, ona da girmek isteyebilirdi. Kimbilir AB’ciler şimdi nasıl fıkırdıyorlardır aralarında, “Tuvalet kağıdı bitti, zımpara kağıdı verelim” fıkrasını anlatarak… Eğer bir de “Bari saati söyle!” fıkrasını anlatmıyorlarsa, şanslıyız demektir.
2) Yanlış müttefik: Bush’a gittik, “Bi hamil-i kart yakinimdir ver de AB’ye götürek” dedik. Yani, Bush’un başta Irak olmak üzere her politikasına karşı çıkan Fransa ve Almanya’ya götüreceğiz. Böylece, adamlar birinci at İngiltere’den bezmişken, “Türkiye, ABD’nin Truva Atı’dır”ı kanıtlamış olduk. Sonra, “Türkiye’nin avukatı” olarak Berlusconi’ye ne demeli? Avrupa’nın Haider’den sonra en fazla nefret edilen politikacısı Berlusconi’ye?
3) Kendi gücünü yanlış değerlendirme: Ekonomik durum çok nazik; İMF taze borç vermediği anda Arjantinleşecek durumdayız; Amerika’nın yeniden emperyalizme başlaması sayesinde borç bulabiliyoruz! Maastrich Kriterlerine göre yüzde 60’ı aşmaması gereken Kamu Borcu/GSYİH oranı yüzde 143. Tüm vergi gelirleri, borç faizini karşılamakta yüzde 3,2 eksik kalıyor. Bu arada, AKP hükümetinin şeffaf ihale kanununu ertelemesine ve mali milat’ı kaldırmasına ne demeli?
Bir de insan haklarından örnek vereyim: “Diyarbakır Eğitim-Sen’in 5. Olağan Kongresinde Kürtçe şarkı söyledikleri gerekçesiyle haklarında Diyarbakır DGM’ye PKK’ya yardım ve yataklıktan dava açılan 5 öğretmenin görevlerine MEB Disiplin Kurulu kararıyla son verildi. Dava devam ediyor” (Cumhuriyet, 06.12.2002). Kürtçe kaset serbestti hani? Ama pardon, bu canlı yayın! Bu arada, AKP hükümetinin işkencede zaman aşımını kaldırmayı reddetmesine ne demeli?
Bütün bu ayıplarımızla, bir de kalkıyoruz, “Madem bizi almadınız, biz de Gümrük Birliğini gözden geçiririz” diyoruz. Bunu, ihracatımızın yüzde 41’ini AB’nin beş ülkesine yaparken söylüyoruz (bkz. Türk Dış Politikası, cilt II, s.225, tablo).
4) Eski taahhütlerini unutuverme: 99 Helsinki doruğunda, Ege’deki Türk-Yunan uyuşmazlığının 2004 sonuna kadar halledilmesi, yoksa Uluslararası Adalet Divanına gitmek gerekeceği kararlaştırılmıştı. Şimdi “Aralık 2004”ü daha iyi anladınız mı?
Kıbrıs konusunda aynı dorukta şöyle denmişti: “Kıbrıs’ta uzlaşma olmazsa, Güney’i tek başına alırız”. Ve aldılar. Şimdi, Türkiye 28 Şubat’a kadar verilen son süreye kadar uzlaşacaktır. “Çözümsüzlük çözümdür” demeyi marifet sayan devlet politikası, buna mecburdur. Herhalde, biz elimizde hiçbir kart olmadan blöf yapmaya alıştığımızdan olacak, AB’nin de blöf yaptığını sandık. Poker öğrenmek lazım: Eli sağlam adamın yaptığı blöf, karşıyı duman eder. Bu arada, “Kıbrıs’la birleşiriz!” tehdidine ne demeli? Yahu, inanılmaz işler yapmak zorunda mıyız? Sen şimdi, AB’ye giremeyen Kıbrıslı Türklerin ayaklanmasına engel ol da, birleşmeyi sonra düşün.
Bilmem, hezimeti izaha yeter mi bu kadarı. Bitirmeden, bir de geçen haftaki sözümü yerine getireyim; jandarma astsubayını anlatayım.
Karayolları Genel Müdürlüğü konferans salonundayız. 10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü resmî kutlaması yapılıyor, E.Yalçınbayır ve Başbakan Gül de gelmiş. İşkenceyle ilgili konuşmalardan sonra sorulara geçildi. Arkalarda üniformalı askerler ve polisler var, içlerinden bir jandarma astsubayı kalktı, “Ben işkenceden mahkum oldum, bakın size anlatayım” diye başlayarak şöyle devam etti: “Devriye geziyoruz, baktım kahvenin içinde tombala çektiriliyor, içeri girdim. Çok özür dileyerek söylüyorum, torbayı pantolonunun içine soktu. Gördüm, ver torbayı dedim; sen gözlerini muayene ettir, dedi. Bunun üzerine bir tane patlattım. Efrada sui muameleden mahkum oldum”. Ve sorusunu sordu: “Şimdi, ben işkenceci miyim?”.
Tabii ben artık dayanamadım, arkama dönüp soruya “Evet!” diye cevap verdim ve sonra başkanlık kürsüsüne dönerek: “Sayın başkan, lütfen sayın komutanı tebrik ediniz, çünkü tombalacıya bir tane patlattım diyecek medeni cesarete sahiptir ve bunu da Dünya İnsan Hakları Günü resmî kutlamasına gelip yapmıştır” dedim. Olayın devamını da anlatayım. Dışişleri’ndeki eski bir öğrencimden gelen bir eposta aynen şöyle diyordu:
“Bu arada, astsubayın hikayesini dün Kuçuradi Hoca’dan dinledim. Hem de, polis ve jandarma okullarına insan hakları eğitimi verilmesine ilişkin bir projenin eşgüdüm toplantısında. Cuk oturdu, sorunun ne olduğunu 10 saat anlatmaya gerek yok, adam bir lafıyla bize saatler kazandırdı. Beni en çok şaşırtan ise, jandarmaların ‘İşte biz bu sorunu aşmak için bu eğitimi istiyoruz’ tarzı ifadeleri oldu. Ümitlenmek için de sebep yok değil, bu memlekette”.
Evet; bu memlekette umutlanmak için çok sebep var. Bu seferki baş sebep de, Kopenhag’ın tam bir fiyasko oluşu. Jandarma astsubayının konuşması gibi. Hey, baba diyalektik, hey!