Abluka (dikkat: “ambargo” değil) bir bölgeye çeşitli maddelerin girip çıkmasını zorla engellemek demek. Bu konudaki teamül hukukunu yazıya döken son uluslararası metin, Uluslararası İnsancıl Hukuk Enstitüsü’nün San Remo Rehberi (1994) (bkz.). Buna göre, ablukayı kırmak isteyen tarafsız ülke gemilerini kontrol etmek ve bunu açık denizde de yapmak mümkün.
Bu kadarı, Nisa Suresi 43. ayetteki “Namaza yaklaşmayınız…” misali, İsrail tarafından kullanıldı. Bundan sonrası ise (“…sarhoşken, ne söyleyeceğinizi bilene kadar.”), BM İnsan Hakları Konseyi Araştırma Heyeti’nin (BMİHKAH) raporunda yazıyor: Geminin kaçak (=“silahlı çatışmalarda kullanılabilecek”) madde taşıdığına inanmak için makul sebep olacak, durması için önce ihtar yapılacak, gemiye el koymak ancak durmazsa ve aramaya direnirse olabilecek. En önemlisi, Rehber md. 102’nin “İzahat” kısmında, sivil halkın yaşamsal maddelere ulaşmasını yasaklamak için abluka konulamayacağı yazılı.
Oysa, başta İsrail olmak üzere, herkes biliyordu ki Mavi Marmara’da sadece insani yardım malzemesi vardı, İsrail askerleri önce (mermi yönlerinin gösterdiği gibi) helikopterlerden ateşle iki kişiyi öldürüp sonra el koydular, mermilere direnenler sopa kullandı. İsrail silah bulamadığı için çatal-bıçak takımlarını silah yazdı. Yani, İsrail’in yatacak yeri yok. Dünyanın kokarcası. Tek ama tek yöntemi: “Bulaşmayın, öldürür”ü yerleştirmek.
Üç rapor
Biri, İsrailli emekli yargıç Jacob Turkel başkanlığında İsrail’in kurduğu “Bağımsız Kamu Komisyonu”. Ne BMİHKAH’nin talep ettiği belgeleri yolladı ne de ablukada ve saldırıda uluslararası hukuka aykırı herhangi bir şey buldu (http://turkel-committee.gov.il/index-eng.html). İsrailli olsam utanırdım.
İkincisi, bu BM (BMİHKAH) araştırma raporu. İsrail’i fena suçluyor: Askerler “gereksiz ve inanılmaz” şiddet kullanarak tamamen hukuk dışı davranmıştır, amaç Gazze’nin sivil halkını kolektif olarak cezalandırmaktır, bu durum hukukun çok ciddi ihlalidir, Turkel Raporu gerçekleri açıkça çarpıtmaktadır (no. A /HRC/15/21, özellikle 261.-264. paragraflar).
Üçüncüsü, yine BM’nin kurduğu Palmer Paneli. Adından da anlaşılacağı gibi, uzlaştırmaya yönelik siyasi bir heyet; bunu BMİHKAH raporunun 11. Maddesi de açıkça belirtmiş. Bir başkan (Palmer), bir yardımcı (Uribe; yazının en sonunda bu zata döneceğim), İsrail ve Türkiye’den de birer üye.
2 Eylül 2011’de açıklanan ve İsrail tarafından “dengeli”, Türkiye tarafından ise “hiç yazılmamış” olarak değerlendirilen bu son rapor (bkz.) ablukayı yasal ilan etti. Gemidekilerin “organize ve şiddetli” direnci “sorumsuzluk” idi; bu durumda komandolar nefsi müdafaada bulunmuştu. Ama İsrail’in gemilere abluka bölgesinden bu kadar uzakta, bu kadar büyük bir güçle yaptığı müdahale sonucu bu kadar kişinin ölmesine yol açması “kabul edilemez” idi. Rapora göre İsrail uygun bir biçimde üzüntülerini belirterek tazminat ödemeli, iki ülke de diplomatik ilişkiye devam etmeliydi. Dedik ya, “siyasi” bir rapor; baştan biliniyordu. (Ciddi bir eleştirisi burada).
Türkiye’nin tutumu
Erdoğan üçüncü koşul olarak bir de ablukanın kaldırılmasını eklemeden önce, Türkiye iki şey istemişti: Özür ve tazminat. Ama kardeşim, burası Ortadoğu; özür dileme kültürü mafiş. Ayrıca, İsrail özür dilese, hem ablukanın gayrimeşruluğunu kabul etmiş sayılacak hem de tüm politikasını dayandırageldiği saldırganlığı sakatlamış olacak. Hepsi bir yana, “Biz dokuz kişi öldürdük; sizin 1915’te öldürdüğünüz yüz binlere özür ne olacak?” derlerse ne diyeceğiz? Filistinlilere kötü muamele desen, cevap hazır: “Siz de Kürtlere!” Gazze’yi işgal ettiniz desen de hazır: “Siz de K. Kıbrıs’ı!” Burada sadece “ciddi üzüntü belirtin ve tazminat ödeyin” yeterliydi.
Palmer Raporu yayınlanınca Davutoğlu çok sert konuştu. Önlemlerden ikisi: Gazze ablukası Uluslararası Adalet Divanına (UAD) götürülecek, D. Akdeniz’de seyrüsefer serbestisi için gerekli her türlü önlem alınacak (Milliyet, 03.09.11). UAD’ye gitmek kolay değil. Normal karar için gitmek İsrail’le anlaşmaya bağlı. BM Genel Kurulu vasıtasıyla UAD’den tavsiye görüşü istetmek mümkün, ama UAD’dan ne çıkacağı da bilinemez.
D. Akdeniz’de seyrüsefer için önlemi ise hiç anlamadım; şimdi bize bir de uçak gemisi lazım olacak. Üstelik, bir yandan seyrüsefer serbestisi diyoruz, bir yandan Kıbrıs’ın batısında doğalgaz çıkarmaya karışıyoruz. “Kuzeyi” olsa anlayacağım da, hiç haritaya baktınız mı? Ama bir zamanlar, TSK’nın baskısıyla Girit’in batısındaki Gavdos Adasına bile karıştığımızı düşünürsek bu yine de fena sayılmaz.
Davutoğlu bir de, Arap Baharı’nın İsrail karşıtlığına dönüşeceğini söyledi. Bunun, Arap yakın tarihinde ilk defa, İsrail’le hiçbir ilgisi yok ve onun aleyhine dönüşmesi de beklenmez. Zaten bu ülkelerden destek beklemek zor; başta da Mısır. Erdoğan’a Gazze’ye geçiş izni vereceğini hiç sanmam; Gazze tünellerini yıkmaya başladı bile (Milliyet, 06.09.11).
Özet olarak
1) Büyük olmayan devletlerin (Türkiye), kendi gocunacak yaralarını tımar etmeden, kokarcayı duvara sıkıştırması zordur. Haklı bir davada böylesine celallenen Türkiye’nin “arka plan”ı hiç sağlam değil. İç-dış, bu kadar çok cephede aynı anda çarpışılmaz. Şimdi de Kıbrıslı Rumlar ile İsrail’i doğal müttefik ettik. Üstelik bütün bunlar Davutoğlu’nun o güzel politikasını, “komşularla sıfır problem”i sakatlıyor. Bana kalırsa, bütün bunların altındaki imza, Ermenistan protokolleri olayına benzer biçimde, Davutoğlu’nun değil, Erdoğan’ın.
2) Büyük olmayan devletlerin tutarlı olmama lüksü yoktur. İsrail’le böyle tutuşunca, mecburen ABD’yi memnun edecek dönüşler, tutarsızlıklar yaptık: Libya’daki tutum, Suriye’deki tutum, şimdi de Füze Kalkanı. Bırakın Yıldız Savaşları’nın direkt devamı oluşunu, bu Kalkan İran’a karşı en başta İsrail’in güvenliğini sağlama projesi değil mi?
(E. Büyükelçi Ünal Ünsal internette yakalamış: Palmer Paneli’nin bşk. yd. Uribe, American Jewish Committee’nin 2007 “Light Unto the Nations/ Uluslara Işık Tutma” ödülü sahibi. Kolombiya devlet başkanı iken başlıca silah tedarikçisi de İsrail. Bizim Dışişleri genellikle uyanıktır ama, galiba atlamış).
Not: PKK bu feci gidişiyle Kürt haklarına onulmaz zarar veriyor.