Kars’ın Digor ilçesinde seçim bürosu açılırken 3 DTP’li Kürtçe nutuk atıyor. İlçe emniyet müdürlüğü, seçim propagandasının ancak Türkçe yapılabileceğine ilişkin Seçim Kanunu (SK) ve Siyasi Partiler Kanunu (SPK) ihlal edildi diye ihbar ediyor. Savcılık soruşturma açıyor ve takipsizlik veriyor. Gerekçe:
“Her ne kadar kanun içeriğinde Türkçe’den başka dil ve yazı kullanılması yasaklanmış ise de, TRT ŞEŞ adı altında Kürtçe diliyle yayın hayatına başlandığı gibi … devletin yönetici ve bürokratları Kürt ırkına mensup Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları ile görüşmeleri sırasında Kürtçe diliyle hitap ettikleri gerçeği karşısında artık bu iki kanunun ‘Türkçe’den başka dil kullanılması yasaktır’ hükmünü taşıyan maddelerinin hükümsüz kaldığı ve uygulama olanağının bulunmadığı kabulü gerekmekle, şüpheliler hakkında CMK 172 ve 173 maddeleri gereğince kovuşturmaya yer olmadığına…” (R. Başaran, Radikal, 12.06.09)
Karar Türkiye barışı açısından çok yararlı, ama gerekçe yanlış. Çünkü çok zararlı da olsa, bir yasanın hükümleri ancak TBMM veya Anayasa Mahkemesi kararıyla yürürlükten kalkar.
Yargıtay savcıları da aynı çizgide
Bu sırada, Yargıtay Başsavcılığı’nın da aynı konuda 2 tebliğname hazırladığı ortaya çıkıyor. Onlar da barış için çok yararlı, ama gerekçeleri sakat. Diyorlar ki: a) Hitap edilen kitle Türkçe bilmiyorsa, hatipler Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) “ifade özgürlüğü” (md.10) ve “örgütlenme özgürlüğü” (md. 11) maddeleri gereği başka dil de kullanabilirler; b) Ama “Azınlık yaratma kastı” olmamalıdır. (O. Armutçu, Hürriyet, 13.06.09).
Bizde hukuk bir acayip. Resmî ideolojiye ters düşmemek için maddelere takla attırıyor:
1) Bu, zorlama bir AİHS yorumu. Üstelik, konuşmayı dinleyen insanların Türkçe bilip bilmediğini, ne kadar bildiğini nasıl saptayacaksın? Türkçe bilmiyorlarsa Kürtçe nutuk serbest, biliyorlarsa suç! Bu durumda Nasrettin Hoca’ya müracaat: “Anlayanlar anlamayanlara anlatsın!”
2) SPK’nın 81. maddesinde geçen ve Anayasa Mahkemesi’nin de 1971’den beri her parti kapatmada başımıza bela ettiği o acayip “azınlık yaratma” kavramını kullanıyor gerekçe (bkz. benim Türkiye’de Azınlıklar, 5. baskı, s. 96-103). Azınlık yaratılır mı yahu; sanat eseri mi bu? Bin defa ayrıntısıyla yazdım:
Bir devlette azınlık bulunup bulunmadığı AGİT 1990 Paris Yasası’ndan ve BM 1992 Ulusal veya Etnik, Dinsel, Dilsel Azınlıklara Mensup Kişilerin Hakları Bildirgesi’nden bu yana o devletin takdirine bırakılmıyor. O devlette “Farklı niteliklere sahip bulunan ve bu nitelikleri kimliğinin ayrılmaz parçası sayan” kişiler varsa, “azınlığın varlığı”na hükmediyor. Tabii, ona “azınlık statüsü” (özel haklar) tanıyıp tanımamak devlete kalmış bir şey. (bkz. aynı kitap s.24 ve d.). Bizde yargı ya bu iki kavram arasındaki farkı bilmiyor, yahut uygulamayı reddediyor.
Mümkün mü? Hukuk Fakültesi’nde fî tarihinde öğrendikleriyle mi karar verirler? Hukuk dediğin -18 C dipfrize atılmış kıyma mıdır? O bile belli bir zaman geçince bozulur, adamı zehirler.
İpini koparan Ördek Hayri dava açabilir mi?
Ördek Hayri’yle devam edelim çünkü şimdi Digor kararını yine birtakım yetkisizler hedef alacak; alametleri belirdi. Hatırlayacaksınız, DTP’li A. Türk ve S. Demirtaş grup toplantısında Kürtçe konuşmuş, Anayasa’da ve Meclis İçtüzüğü’nde Türkçe’den başka bir dil kullanmanın suç oluşturmadığı gerekçesiyle Ankara Başsavcılığı takipsizlik kararı vermişti. Bu takipsizlik, artık kamuoyunun ezberlediği bir biçimde, Sincan Ağır Ceza tarafından kaldırılmıştı. Malum, Cumhurbaşkanı Gül’e ve ayrıca Özür Kampanyası’na verilen takipsizliği kaldıran da Sincan idi.
Derdim Sincan’dan çok, şu: Bu mahkemelere kim başvuruyor da kaldırtıyor, sistemi azıcık rahatlatmaya yönelik bu takipsizlik kararlarını? Gül konusunda, emekli bir Yargıtay mensubu idi; şu gerekçeyle: “Ben bu ülkede vergi mükellefiyim, param çarçur edilmiştir!” Özür Kampanyası ve TBMM’de Kürtçe konusunda ise “bazı vatandaşlar”. Gerekçe: “Ben de Türk’üm, Kürtçe bana da zarardır!” Gençliğimizdeki popüler şarkı: “Benim de caaanım vaaar, ben de insanııııım!”. Veya, “Hava bulutluysa yağmur yağar, yağınca göl olur, gölde ördekler yüzer, bana Ördek Hayri dedi!”
Hayret bir ülke burası. Hukukta böyle itirazları her ipini koparan yapamaz, açılan davaya müdahil olamaz. “Dava/taraf ehliyeti” sahibi olmak için “menfaatinin doğrudan zarar görmesi” gerekir. Hukuk dediğin kauçuk mudur bu kadar çekiştirilecek? Biz sanmıştık ki bu hayret durum (adını “Kerinçsiz Sendromu” koymak lazım) Azınlık Raporu davası yargıcının böyle kişilerin müdahil olmasını reddetmesiyle bitmiştir. Bitmemiş: Yargıtay Hukuk Genel Kurulu Orhan Pamuk’a “her TC vatandaşı”nın tazminat davası açabileceğine karar verdi! (Radikal, 14.05.09). Bakalım Türk hukuk sistemi şimdi bunun altından nasıl kalkacak. Kalkmak için daha hangi maddeleri bükü-büküvermek zorunda kalacak.
Lozan’ı duymuş olanınız var mı?
Maddeleri bükeceğimize, Mukaddes İnek saydığımız ama asla okumadığımız Lozan Barış Antlaşması’nın amir hükmünü artık uygulasak? Türkiye’nin kurucu antlaşmasının yaza yaza sizleri bıktırdığım md. 39/4’ü şöyle diyor: “Herhangi bir Türk uyruğunun… açık toplantılarında istediği bir dili kullanmasına hiçbir kısıtlama konulmayacaktır”. Ve unutmayınız ki bu madde TBMM Hükümeti’nin önerisidir.
Demek ki SK ve SPK Lozan’ın amir hükmünü yasaklıyor. Bu, hukukun ve Lozan’ın ırzına geçmektir. Çünkü:
1) Bu madde, yine Lozan’ın 37. maddesi tarafından “değiştirilemez” ilan edilmiştir.
2) Anayasa hukukunda uluslararası antlaşmaların anayasadan üstün olup olmadıkları tartışmalıdır, ama yasalardan üstün oldukları kesindir.
3) Bu üstün oluş, Mayıs 2004’te getirilen Anayasa md. 90/5 tarafından bir kere daha teyit edilmiştir “Temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası antlaşmalar ile kanunların aynı konuda farklı hüküm içermesi halinde uluslararası antlaşma hükümleri esas alınır”.
Peki şimdi AİHS zorlama biçimde de olsa hatırlanıyor da, apaçık hükümlü Lozan neden hatırlanmıyor? Cevabı çok basit: 1) Bahsetmeden duramadığımız Lozan’ı bilen yok; Kürt kardeşlerimiz başta; 2) Bilen birkaç kişi de, kurucu antlaşmamızı 85 yıldır ihlal ettiğimiz ortaya çıksın istemiyor. Bu kadar basit.