Jaycee’yi artık tanıyoruz maalesef; 11 yaşındayken Garrido diye bir manyak tarafından kaçırılıp 18 yıl boyunca tecavüz edilen kız. Ama hayrettir ki, adamın elinden kaçabilecekken kaçmıyor. Hatta, polis sözcüsünün açıklamasına göre: “Garrido’yla yaşamayı kendisinin seçtiğini, Garrido’nun suç işlemediğini, ortada suç varsa bunun kendisine ait olduğunu söylüyor”. Tecavüzcüsünden iki de kız doğurmuş. Bulunduktan sonra annesini ilk gördüğünde söylediği: “Merhaba anne, benim çocuklarım var” (Radikal, 31.08.09).
Hemen “geri zekalılık” teşhisi koymayın; değil. Tipik bir Rehine Sendromu. Tıptaki teknik adı, İsveç’teki bir banka soygunundan kalma “Stockholm Sendromu”. Rehine, kendisini rehin alan kişiye (veya işkencecisine) zamanla empati, sevgi, hatta aşk duymaya başlayabiliyor. Bir tür savunma refleksi.
“Komutanım, ne olur ülkem bölünmesin!”
Basından korkunç haber: “Orgeneral İlker Başbuğ, ‘Komutanım Türkiye bölünmesin, ülkem bölünmesin’ diye ağlayan bir genç kızı, ‘Olur mu öyle şey’ diyerek teselli etti.” (Radikal, 31.08.09)
Org. Başbuğ’da değil olay. Göğsüne kapanıp hıçkıran çocuğu rehine almamış. Tanımaz bile. Olay şurada ki, bu kız çocuğu Türkiye’deki militarist atmosfer tarafından rehin alınmış, terörize edilip bu vaziyete getirilmiş. Aynen, Jaycee’nin Garrido tarafından terörize edilip o vaziyete getirildiği gibi.
Çocuğun bünyesi fazla hassas ve ürkekti diyelim. Veya, onu ulusalcı annesi (olayda “Komutanım, kızları da alın askere!” diye bağıran kadın?) yolladı oraya diyelim. Yani, sesini benzetelim. Ama kokusunu ne yapacağız? Çünkü şu aşağıdaki ifadeler tamamen aynı sendromun sesi (Radikal, 27.08.09): Eline “ceza” olarak bomba verilerek önce terörize sonra şehit edilen er İbrahim Öztürk’ün babası Hacı Öztürk: “Komutan askerlik görevi nedeniyle oğluma kızmış olabilir. Ama diğer askerlerin günahı neydi?” Diyor ki, oğlum siperde uyuduysa komutanın kızması normaldir. Hadi, bunu demiyor deyin bana. Bunun, Jaycee’nin söylediği “Ortada suç varsa bana aittir”den farkı ne?
Şehit erlerden Mesut Bulut’un babası Sinan Bulut: “Eğer iddialar doğruysa Genelkurmay gereğini yapar, onlara güveniyoruz. Gerekenin yetkililer tarafından yapılacağını düşünüyorum”. Güveniyor. Tipik Stockholm.
Şehit çavuş İbrahim Yaman’ın babası Adem Yaman: “Bu iddiaların doğru olup olmadığını bilmiyorum. Bu iddialara inanmak istemiyorum”.
Hani, seyahate gittiğinde karısının kendini aldattığından şüphelenen koca bir dedektif tutmuş. Adam her şeyi izlemiş ve rapor etmiş: “Gece eve geldiler. Anahtar uydurup ben de girdim. Yatak odasındaydılar. Delikten baktım, soyunuyorlardı. Sonra lambayı söndürdüler, başka göremedim. Evden ayrıldım”. Koca dövünmüş: “Tüh, yine emin olamadık!” Böyle bir fıkrada gülünçtür ama ordudaki kumandan terörünü eğer bir şehit babası böyle algılıyorsa tipik Stockholm’dür.
Nereye kadar terörize edileceğiz?
Ordular, başka devletleri korkutmak içindir. Bizdeki sivil ve askerî militarizm sürekli bizi korkutmaya çalışıyor. Aklı başında olan veya olmayan hiçbir Kürt ayrılmak diye tek bir laf etmediği halde, durmadan “Parçalanmaya izin vermeyeceğiz!” marşı çalıyor. Jaycee için polis sözcüsü şöyle demişti: “Genç kadın asıl hapis hayatını beyninde yaşıyordu”. Biz de Kürtlerin ayrılmalarını, ülkeyi parçalamalarını sadece ama sadece beynimizde yaşıyoruz. Bu bize sürekli yaşatılıyor. Terörize etme yoluyla.
CHP ve MHP’nin artık zıvanadan çıkmış demeçlerini hiç konu etmeyeceğim çünkü onlara doktor artık ne yerse yesin demiş; bir memur olan genelkurmay başkanının sözleri yeter: “TSK, ulus-devlet ve üniter devlet yapısına hiçbir gerekçeyle zarar verilmesini kabul edemez.”
Elinizdeki bu yazıyla aynı gün, bu 06 Pazar günü, ulus-devlet ve üniter devlet konularında bir yazı dizim başlıyor Radikal’de. Tevazu kibirden gelirmiş. Bende kibir de aramayın, tevazu da; iddiayla söylüyorum: Eğer kimi askerler ve siviller, o dizide söylenenleri okuduktan sonra da millete aynı masalları anlatmaya devam edecek olurlarsa, tutumlarının bilgisizlikten değil kötü niyetten geldiğini bizzat ispat etmiş olacaklar.
Üstelik, bir ordu şunu da söylüyorsa, derdinin parçalanmayı önlemek falan değil, ülkeyi düze çıkaracak tartışmayı yasaklamak olduğu çok açık: “[TSK] Her konuyu tartışabilme özgürlüğünün, devletin varlığını riske sokacak, ülkeyi kutuplaşmaya, ayrışmaya ve çatışma ortamına sokacak konuları içermemesi gerektiğine inanır”.
Bizi terörize edenler suç işliyor
Bu siyasi demeçlerin içeriğini bir yana bırakınız; bunların devletin maaşlı memuru olan bir asker veya sivil tarafından verilmesi bile suçtur. Daha önce de yazdım: 657 s. ve 14.07.1965 tarihli Devlet Memurları Kanunu md. 125, “Kınama Cezası Gerektiren Fiil ve Haller” arasında şunu da sayar: “Yetkili olmadığı halde basına, haber ajanslarına ve radyo ve televizyon kurumlarına bilgi veya demeç vermek”. Hükümet genelkurmay başkanına yetki mi verdi kendi resmî açılımına karşı demeç vermesi için?
Devam edelim: 1632 s. ve 22.05.1930 tarihli Askerî Ceza Kanunu md. 148, “Siyasi Faaliyetlerde Bulunanlar” başlığını taşıyor ve yukarıdaki kınama cezasıyla da yetinmiyor: “Askerî şahıslardan: Siyasi amaçla nutuk söyleyen, demeç veren, yazı yazan veya telkinde bulunanlar”a bir aydan beş yıla kadar hapis öngörmekte. Yani Org. Başbuğ bir aydan beş yıla hapsedilmeyi gerektiren bir suç işlemekte. Ayrıca, niçin ihlalci sivile kınama ama ihlalci askere hapis, dikkatinizi çekti mi?
“Ne zamandır askerlerin konuşması gelenektir!” diyecekseniz, Atatürk değil miydi siyasetin “okula, camiye, kışlaya” sokulmasını yasaklayan? Sivile kınama ama askere hapis’in sebebi bu işte. Bu durumda, kanunsuzluğu “gelenek”leştiren askerî darbeleri Atatürkçü sayıyorsunuz, öyle mi? Ayna var mı evinizde, ayna?
Bizim vergilerimizle?
Bu 30 Ağustos’ta geçit yapan askerî personel ve ölüm makineleri, önceki yılların iki katıydı. Niçin bu katlama bu sefer? Hangi komşumuzla harp çıkıyor? İçe, bizi korkutmaya yönelik olmasın? Masrafını bizim vergilerimizden yaparak, üstelik?
Acaba “Güçlü Ordu-Güçlü Türkiye”de mi yoksa “Güçlü Ordu-SendromluTürkiye”de miyiz? Aslında böyle sorularla uğraşmak akla ziyan. Çünkü dünya da Türkiye de eski dünya ve eski Türkiye değil. Anlayan kazanır.