1964 sonbaharı. ABD’den henüz dönmüşüm, okul seçiyorum. Sınav puanım Mülkiye, Ankara Hukuk, ODTÜ İdari Bilimler’i tutuyor. Tabii ki Mülkiye’ye kaydımı yaptırdım; abim Taşkın gibi hariciyeci olacağım.
Ama arkadaşları ziyarete gittiğim ODTÜ’de kafam karışıyor o gün. Aynen Kaliforniya’daki lisem gibi: Ferah binalar, kahkaha atan gençler, incecik kızlar… Acaba, diyorum, kaydımı alıp buraya mı… Tam o sırada İzmirli arkadaşlardan biri “Mülkiye’de bir doçent var, bizde öylesi biri yok.
Anayasayı yapanlardan biri” diyor. 1961 Anayasası yeni daha. Kaydım da Mülkiye’de kalıyor, o hoca da bana bugüne kadar en fazla şey öğreten hocam oluyor.
Büyülenmiş gibi dinlerdik dersini
Kürsüye çıkar, genellikle dirseklerini dayar, hafif ve sakin bir sesle anlatmaya başlardı. Olguları sıralar, sonra onları bir bilimsel kavramla buluştururdu; aklımızda kalmaması mümkün değil. Mesela Harp Okulu öğrencilerine taktırılan sırmalı kordonlar ve kısa kılıçlar, OYAK yatırımları; sonra TSK’nın böylece nasıl burjuvalaştırıldığı.
Çıt çıkmazdı ağzına kadar dolu sınıftan. Sadece soru çıkardı. Sorular ve cevaplarıydı zaten dersin asıl özü. Alabildiğine özgürdük. O tat hâlâ damağımdadır. Bir gün “Marksist Demokrasi” diye bir terim olabileceğini öğretiyor, ertesi gün derste kendi anlattıklarının tersini arasınav kağıdına yazan, liberal-sağcı bir arkadaşın kağıdını en iyi kağıt ilan ediyordu. O arkadaş şimdi İstanbul’da profesör.
Teneffüslerde odasına gidemezdi sorulara cevaptan. Biz de tuvalete gidemezdik. Cesaret öğretirdi; “Sınıfta sivil polisler var hocam!” “Gösterin, hemen kulağından tutup dışarı atayım”.
O sıralarda Yön dergisini çıkarmakta. Orada her şeyi ilk defa görüyoruz. Sömestir tatilinde İzmir’e gittim, 1890 doğumlu babama Yön’ü açıp Nâzım okuyorum, öğreteceğim ya. Dinliyor, birden patlıyor: “Ben 49’da Meclis’te söyledimdi bu Nâzım Hikmet’e af çıkartmayın, başınıza bela olur diye!” Ürküp susuyorum. Hocam daha da büyüyor.
Bunlar benim öyle yıllarım ki, bindiğim dolmuş eğer benzin almak için Mobil, Shell veya BP’ye girerse hemen iniyorum, niye indiğimi de söylüyorum. Veya, nereden benzin aldığını soruyorum, bunlardan birini söylerse yine iniyorum. Öyle.
69’da profesörlük takdim tezini yayınladı: Dinamik Anayasa Anlayışı Anayasa Diyalektiği Üzerine Bir Deneme. Anayasalar, yapıldıkları tarihte donup kalamazlar, yeni toplumsal gereksinmelere göre yeniden yorumlanmaları gerekir, diyor.
67’de Yön kapanıyor, D. Avcıoğlu’nun Türkiye’nin Düzeni’ni 68’de çıkıyor, Devrim dergisi 69’da geliyor. Artık, ben mi biraz etrafa bakınmaya başladım, yoksa Devrim mi askerî darbeye biraz fazla açık oynamaya başladı, bilemiyorum, ama Yön kadar heyecan vermiyor.
Hatta, biraz huzursuzluk veriyor.
12 Mart
1971 uğuldayarak geliyor. Türkiye yokuş aşağı frensiz. Hocam olaya yine çok farklı yaklaşıyor. “Güzel Huzursuzluk” makalesinde umut aşılıyor. Sonradan, dava dosyasına konulacak.
Kimsenin istemediği dekanlığı kabul ediyor. Darbeden altı gün sonra bir askerî cip geliyor, götürüyorlar. Bütün yapabildiğimiz alkışlamak, o götürülürken. Yıllardır okuttuğu Anayasaya Giriş kitabında komünizm propagandası yapmaktan altı yıl sekiz aya çarptırılacak birazdan.
O sırada asistan olmuşum. İçeride evlendiği, kendisiyle “nöbetleşe” içeri atılan eşiyle telefonlaşıp gidiyoruz Mamak Kışlası’na. Benim için en büyük şeref onu duruşmalarda dimdik, ödünsüz, heykel misali izlemek.
12 Mart tavsıyor. Hocam çıkıyor. Ama Mülkiye’ye küs gibi; dekanlığın vekâletle götürülmesi altı aydan fazla mümkün olmadığı için yerine yeni dekan seçilmiş. Ünü sınırları aşıyor. 1976-78’de Amnesty International’ın başkan yardımcısı. 78’de UNESCO’nun ilk Uluslararası İnsan Hakları Eğitim Ödülü sahibi. Aynı yıl, Mülkiye’de İnsan Hakları Merkezi’ni kuranlar arasında.
Kıbrıs’a 74 çıkartması olmuş. Hocamın üç favori konusunun; solculuk, denizcilik ve Beşiktaş’ın yanına Kıbrıs gelip yerleşiyor. Kısa zamanda diğerlerini yuvadan atacak; henüz bilmiyoruz. Rauf Denktaş’ın özel başdanışmanı. “Aklını Kıbrıs’la Bozmak”; bu kitaplarından birinin adı.
Arkası, benim için biraz yıpratıcı. Çok fazla yazmak istemiyorum. Belki bu noktadan sonra o bir yöne gitti, belki ben farklı yöne, muhtemelen ikisi birden. Normal de aslında.
Darbeler mevsimi
Fakat şimdi birkaç yıldan beri ne düşüneceğimi de bilemiyorum. Bir konuşmamızda söylediği gibi insan hakları yaklaşımının bir “kabile dönemine dönüş” olduğuna gerçekten inanıyor diye düşünüyorum.
Emekli Oramiral Karahanoğlu’nun AYM Bşk. Tülay Tuğcu’ya giderek “Cumhurbaşkanı seçiminde 367 oy şarttır biçiminde karar vermezseniz darbe olur” dediği gazetelerde çıkmış. Yalçınkaya AKP için kapatma davası açmış. Hocam Cumhuriyet’te bir yazı yayınlıyor (17.03.08). İyi ki Anayasa Mahkemesi var da sistem dışına çıkışları parti kapatma konusu yapabiliyor, diyor. Başlığı: “Darbe mi Olsaydı?”
Hemen arkasından, 01 Nisan’da Can’ın (Dündar) NTV’deki programına çıkıyor. 61 Anayasası’nın getirdiği emniyet supapları iyi işlemediği için “1-2 darbe oldu”ğunu, bu davaların “olmasın” diye açıldığını söylüyor.
İlave ediyor: “Bu ecnebiler rahat bıraksalar, çok daha kolay gerçekleşir”. Ecnebiler?
Devam ediyor: “Şimdi çok kötülenen, işte, ‘Asker mi yönetecek ülkeyi?’ falan. Hayır, yönetmiyor ama, arada bunları muhtırayla hatırlatıyor, yapmayın etmeyin diyor.” Devam ediyor: “Askerin, memurun, yargıcın, hocaların vs. kendilerine verilen parayı hak etmeleri için toplumu sürekli uyarmaları gerekir. Ben ondan yanayım ve doğru yaparak da kazanacağız, sonunda göreceksiniz.”
Biz öznesi. Askerler, memurlar, hocalar… Bu bana sanki şu sıralardaki bir davayı hatırlatıyor. “Talebeye komünizm propagandası yapıyor” diye atıldığı Mamak askerî cezaevinden, “askerî darbe yapmak görevi”ne giden bir çizgi.
Ve, “Kesin Çözüm”
Hocam son olarak, yine Cumhuriyet’te (17.08.09) Türkiye Kürtlerinin, eğer “Ulus-devlet ilkesiyle çatışan” istekleri olursa, Irak’taki Türkmen nüfusuyla değiştirilmesini istedi. “Böyle bir trajedinin günahı” da, “etnik kimlik mikrobunu” ülkeye sokanlara aittir, dedi. Yazının başlığı: “Kesin Çözüm”. Yani Final Solution.
UNESCO Ödülü ve Amnesty’den, “Ecnebiler rahat bıraksın”a ve Türkleşmeyi kabul etmeyen Kürtlerden arındırılmış Türkiye’ye giden bir çizgi…
Bendeniz hocamın bana hâlâ öğretmeye devam ettiğini düşünüyorum. Ama bunu izah edebilmek için bir anımı anlatmam gerek.
Sevgili hocamız Seha L. Meray’ı bir gün teneffüste sıkıştırmışız, yıl galiba 67, başka bir profesörü şikayet ediyoruz. 1951’de yazdığı teksiri, metinde adı geçen bankalar kapanalı on yıllar olduğu halde aynen okutuyor, diye.
Seha bey (tam bir beyefendi olduğu için aramızda “Bey” diye geçerdi) dinledi, dinledi, bizi bir fırçaladı. Meslektaşını kendisine çekiştirdiğimiz için. Sonra durdu, azarını şöyle bitirdi: “Evladım. Hoca vardır nasıl olunması gerektiğini öğretir, hoca vardır nasıl olunmaması gerektiğini öğretir. İkisi de birbirinden önemlidir!”.
Bana her şeyi öğrettiği için hocama eskisinden de çok müteşekkirim…
Not: Bu yazı, sanıyorum, meseleyi iyi toparlıyor. Böyle toparlamayı da ben hocamın yazılarından öğrendim.