Baskın Oran

İran’dan almamız gereken büyük ders

Bir Türk olarak kendimi çok aşağılanmış hissettim. Bugünkü (7 Ocak 99) gazeteler “İran Susurluk’unu Çözüyor” diye manşet attılar.

İran’da son günlerde “faili meçhul” biçimde öldürülen beş liberal aydının katillerinin istihbarat örgütünden kişiler olduğu resmen açıklandı.

Yani devlet,  kendi pisliğini kedi gibi örtmeye çalışmak yerine,  açıkça kabul etti. Böylece hem toplumda yeni açılmaya başlayan bir yarayı kanserleşmesine izin vermeden ele aldı, hem de kendini akladı.

Bu, İran’la kıyaslanmayacak kadar gelişmiş olan Türkiye’mizin henüz beceremediği bir marifettir.

Gerçi işin aslı, yenilikçi cumhurbaşkanı Hatemi’nin, dinsel lider Ayetullah Hamaney’ce temsil edilen tutuculara vurmak istemesiyle ilgili. Çünkü, ordu ve polis gibi istihbarat örgütü de mollalar düzeninin başı Hamaney’e bağlı.

Olsun. Siz sonuca bakın. Hatemi’nin yenilik kavgası burada bir araç. Devletin saydamlığını sağlayan, devleti aklayan bir araç.

Aynen, ama aynen, geçmişteki Mustafa Muğlalı Olayı gibi.

* * * * * *

Olayı anımsatayım: Mahkemece salıverildiler diye 1943 yılında 33 Kürt kaçakçıyı kurşuna dizdiren Orgeneral Muğlalı, zamanın CHP hükümeti tarafından mecburen mahkemeye verilmiş, kurşuna dizme buyruğunu bizzat verdiğini (mertçe) itiraf etmesi üzerine de 2 Mart 1950’de önce ölüme, sonra da hafifletici nedenlerle 20 yıla çarptırılmış, sonuçta hapiste vefat etmişti.

Mecburen; çünkü eğer DP, iktidardaki CHP’yi zora sokmak için soru önergesi vermeseydi, devlet bu pisliği kedi gibi örtmeyi (belki de sonuna kadar) sürdürecekti. Ama devlet DP’nin sayesinde hem toplumsal vicdanı pansuman etti, hem de kendini akladı.

Devlet gibi hareket etti.

* * * * * *

Şimdi, şu soru önemli: Acaba devlet, bu pisliği açıklayarak, yaptığından fazlasını yıkmadı mı? Yani, başta Türk Ordusu olmak üzere, devlet kurumunu zayıflatmadı mı?

Hayır efendim. Bin kerre hayır. Yüz bin kerre hayır. Tersine, güçlendirdi. Çünkü bir millet yada devlet, kendi hatalarını bilip düzeltmeye çalıştıkça yücelir. Örtmeye çalıştıkça batar. Çünkü herkes herşeyi zaten biliyordur.

Vietnam rezilliği bugün ABD’yi rezil etmeye devam ediyor mu? Ediyorsa bile, mümkün olan en düşük seviyede ediyor. Çünkü bir yandan Amerikan Devleti bir yandan da Amerikan Toplumu, Vietnam’da ne rezillikler yaptıklarını en açık biçimde ortaya koydular, tartıştılar, yedi düvele ilan ettiler. Bunun en açık örneği, Amerikalı yönetmenlerin yaptığı Vietnam filmleridir.

Biz ne yapıyoruz? Olmayan duaya amin demeye devam ediyoruz. Sonuçta yalnız kendi vatandaşlarımız değil, dünya alem de bizimle dalga geçiyor. Dalga geçmenin yanısıra, uluslararası insan hakları forumlarında canımıza okuyor.

Bu “amin demenin” en basit örneği de, kimi “aydın”larımızın “Atatürk döneminde Türkiye en güzel demokrasiyi yaşadı” diye söylenmeye  devam etmesi.

Bunlar sanıyorlar ki, Atatürk’ü ve dönemini aklıyorlar. Ah, aralarında sevgili dostlarımın da bulunduğu bu aydınlar; akıllarınıza şaşayım!

Geçen gün bizim Fakülte’den Yavuz’la (Prof. Sabuncu) kalktık, Samanpazarı’nda eskiden antikacılık, şimdi Bilkent’te Türkçe okutmanlığı yapan dostumuz Eser Gürson’a uğradık. YÖK yüzünden 1980 sonrası DTCF’den istifa etmiş, şimdi Almanya’da Bamberg’de hocalık yapan Profesör Semih Tezcan’la buluştuk. Eser’in hazırladığı şirin çilingir sofrasını bahane edip çene yarıştırdık.

Semih Hoca, kimlik konusunda devletin yaptığı yanlışları anlatan bir kitap yazıyor; onu konuşuyoruz, Yavuz şu çok dikkate değer yorumda bulundu:

“Yahu, Atatürk döneminde demokrasinin âlâsı vardı diyenler görüyoruz. Bunlar Atatürk ve döneminin en önemli marifetini inkâr ediyorlar, farkında değiller!”

Bir düşünün:

Kurtuluş savaşından yeni çıkmış feodal, geri ve fakir bir ülkenin demokrasiyle tabii ki uzaktan yakından ilgisi olamazdı. Olsaydı acayip olurdu. (İkinci Cumhuriyetçilerin anlayamadığı, bu).

Ama bu fakir ülke, Nazizm’in damgaladığı iki savaş arasını ve İkinci Dünya Savaşını atlattıktan hemen sonra, Atatürk’ün devamı olan İnönü zamanında demokrasiye geçerek 1950’de iktidarı kendi eliyle muhalefete devretti.

Çünkü, Atatürk milliyetçiliğinin en önemli yanı bağımsızlıkçılık değildi; nitekim Pakistan’da da milliyetçiliğin amacı bağımsızlık idi. Atatürk milliyetçiliğinin en büyük marifeti, nihai amacının “muasır medeniyet”  yani Batı’nın demokrasisi olmasıydı.

Şimdi, “Eğer Atatürk dönemi demokratik idiyse Türkiye  demokrasiye nasıl geçmiştir? Demokrat bir ülke demokrasiye geçer mi? Demek ki o dönemin böyle bir marifeti olmamıştır!”

derlerse ne diyeceksin? Sağ Kemalistlerin anlayamadığı da bu işte!

Bazen “milliyetçilik”, millet’in canına okur. Bu da o türden…

Önceki Yazı
Sonraki Yazı