Baskın Oran

İnsansal fay hatlarımız

Artık dünyada uzmanlar deprem konusuna La Fontaine’in “Meşe Ağacı ve Kamış” fablını anımsatan çözümler arıyor: Binaları taş gibi yapmak yerine bükülgen yapıyorlar. Hatta, daha rahat gidip-gelsin diye raylara oturtuyorlar. Nitekim Murat Belge, o alabildiğine sevimli gezi notlarında anlatıyor: Çok ciddi bir deprem kuşağında yatan, hatta 1906’da yerle bir olmak nedeniyle modern sismolojinin doğuşuna yol açan San Fransisco kentindeki en büyük gökdelen (Transamerica Pyramid; 260 m.) devasa silindirler üzerinde oturtulduğu için, gidip-gelmek sayesinde 1989 depreminden hiç etkilenmedi (Başka Kentler, Başka Denizler-2”, İletişim Y., 2007, s.47).

Aslında, bir büyük fayın diyelim elli yılda bir tekrarlanan büyük depremlerle güüüm diye kırılıp ortalığı dağıtmasını önlemenin en radikal çözümü belki de şu: Sürekli küçük küçük depremler sayesinde fayın azar azar kırılarak yerine oturması ve sükûnet bulması. Böyle bir kontrollü yerleş(tir)meyi teknoloji becerebildiği anda deprem sorunu da muhtemelen “kökünden” çözülmüş olacak.

Bazı ülkeler şanssızdır; hem tektonik hem insansal fay hatları üzerine kurulmuştur.  Kurucular birinciye çare bulamaz ama, ikinciye bulmayı denerler: Gelişmiş/oturmuş ülkelerin yasalarını alıp o depremli sosyal yapıyı denetlemek isterler. Bunun adı “Yukarıdan Devrim”dir. Fakat asıl önemli olan bundan sonrasıdır. Süreci “medeni” bir çizgiye soktuktan sonra, sistem dışına çıkılmadığı halde kafalarına tam uymuyor diye kalkıp durmadan “Dur! O ibriği bırak berikini al!” diye müdahale ederlerse, kendi eserleri için büyük tehlikeler yaratırlar:

1) Topluma sürekli çocuk/şamar oğlanı muamelesi yapmak onun gelişmesini önleyebilir.

2) Toplumun “oda sıcaklığı”na ulaşması, yani kendine oydaşmacı/kalıcı çözümler üretmesi durmadan ertelenebilir.

3) “Tek Hakem ve Hâkim Sendromu” başlayıp “Gen Mühendisliği Psikozu”na dönüşebilir. Bunun sonucu olarak “yukarıdan devrimciler” fay hatlarındaki değişmeleri fark edemeyebilirler. Kendilerinin çok geride kaldığını anlamayabilirler. Bu sürekli müdahale ihtiyacının biraz toplumu aşağılamaktan, biraz da ayrıcalık kaybı korkusundan geldiğini göremeyebilirler ve bunu kendilerine “vatanı/milleti sevmek ve korumak”la izah ederek “huzur” bulabilirler. Bulamazlarsa da hırçınlaşırlar.

4) Küçük depremleri zorla engellemenin getirdiği yapay tatmin, bükülgen/kalıcı çözümlerin geliştirilmesini de engelleyebilir.

5) Sonuçta, maazallah, büyük depremlere davetiye çıkartılabilir. Onlara dayanacak kadar sağlam bina yapmak ham hayaldir.

Türkiye başlangıçtan beri iki büyük fay hattı üzerine kurulu: İslam ve Kürt. Milliyetçi kutuplaşma biçimindeki bütün tatsız sonuçlarına rağmen 22 Temmuz seçimlerinde Türkiye toplumu her ikisine de çözüm-ucu gösterdi: 1) Hızla Müslüman-demokrat yani merkez çizgiye giren AKP’yi iktidara (yani sisteme) oturttu; 2) Kürtleri grup kurabilecek biçimde TBMM’ye (yani sisteme) soktu.

Artık bundan sonra “yukarıdan devrimci”lerin yapacağı, oyunun kurallarına göre oynanıp oynanmadığını dikkatle izlemek. Yani, AKP ve Cumhurbaşkanı Gül sadece “kendine Müslüman” mı olacak yoksa gerçek laik/özgürlükçü mü. DTP Kürt milliyetçisi mi olacak, Türkiyeli mi. Bunlara bakmak. Gerekirse, demokratik tepki vermek. Yoksa, 84 yıl önce yukarıdan devrim tarafından kurulan Sistem’in tekerine çomak sokmak değil.

Sokan, böyle bir meşruiyet ortamında kendine sokar. CHP’nin boykotçu tavrı bu ülkeye sivrisinek saz gelir ve dolayısıyla keyfekederdir ama, askerlerin de onu taklit etmesi bu ülkeye (ve ayrıca TSK’ya) çok zarar verebilir. Ayrıca, bu kadar meşruiyet varken nereye kadar sürdürecekler?

AKP’ye hücum edip, onun can havliyle Diyarbakır Belediyesinin üzerine hücum etmesini sağlamakla ve Kürtlerin de zokayı yutup cevap yetiştirmesiyle mi önlenecek Büyük Deprem? “Ne mutlu Türk’üm demeyen düşmandır ve düşman kalacaktır” felsefesinin son uygulaması bu mu?

Askerler 30 Ağustos resepsiyonuna DTP milletvekillerini ve ayrıca solun tek temsilcisi olarak gelmiş Ufuk Uras’ı davet etmediler. Hangi gerekçeyle? Milletvekillerini halk mı seçiyor, askerler mi? Hangi hakla? Bu resepsiyonun parası bu insanları seçen milletin vergilerinden ödenmedi mi? Milletin oyu bu kadar mı hiçe sayılır? Yani, öyle bir tablo çıktı ki ortaya, ‘askerler böyle bir sonuç çıkacağını bilselerdi seçimleri yaptırmazlardı’ kanısı dillendirilmeye başlandı. Bu, bu kadar demokrasi geçmişi olan bir Türkiye için de, meşruiyete hep büyük önem vermiş askerler için de büyük züldür.

Hadi, bunları bırakalım. Acaba Kürt hareketinin bugüne kadar dağa çıkmasının temel nedenleri arasında Meclis’e (yani sisteme) alınmamak yok mu? Anayasa Mahkemesi’nin Kürt sorunu yüzünden kapattığı partilerin sayısını unuttuk. Bunların büyük kısmı da Kürt partisi bile değildi. TİP davası hariç (o tarihte bu olanak yoktu) hepsi de AİHM’de Türkiye’nin mahkum edilmesiyle sonuçlandı. Şimdi, bu ayrımcılığı yapmak Türkiye’yi sevmek mi demek? Bundan sonra Kürtlere: “Siz bölücüsünüz” dendiği zaman, ya Kürtler “Asıl bölücülük bize yapıldı” dediklerinde ne cevap vereceğiz? Baştakinin kötü örnek olup da iyi örnek istemesi nerede görülmüş?

Kara Kuvvetleri Komutanı Org. İlter Başbuğ’un özrü, bu olayın yıkıcılığından büyük: “PKK’ya terör örgütü diyemiyorlar. Demeyen insanı nasıl davet edebiliriz?”. Ya Kürtler şimdi kalkıp: “Genelkurmay önce, ‘Hizaya gelsinler diye yargıç ve savcı evlerine bomba attırdım’ diyen Korg. Altay Tokat’ı (Aktüel, 2.07.06), “6-7 Eylül ne muhteşem örgütlenmeydi!” (F.Güllapoğlu, Tanksız Topsuz Harekat) diyen Org. Sabri Yirmibeşoğlu’nu terörist ilan etsin, biz sonra PKK’yı edelim” derse ne olacak? Bunun içinden çıkılır mı?

Org. Başbuğ devam ediyor: “Bakın ya şu an onları buraya davet etseydik ve bu gece bir şehit verseydik bunu nasıl anlatırdık. Bunu mantığınız alıyor mu?” Hayır almıyor. DTP’nin o gece davet edilmemesiyle o gece şehit vermemek garantiye mi alındı, yoksa tam tersine silahlı Kürt milliyetçiliği bastırılmak yerine güçlendirildi mi.

Sıradaki Gen.Kur. Başkanı böyle deyince, yanındaki genç subaylar da şöyle demiş: “Burada oğlu veya çok yakını PKK tarafından öldürülmüş insanlar var. Biri kendini tutamayıp DTP’lilerin üzerine yürürse ne yaparız?” (M.A.Birand, Posta, 01.09.07).

Şimdi, DTP’liler “Şırnak’ta zehirli gaz kullanılmış olabilir” dediler (Bianet, 31.08.07). Askerler ve bir kısım basın şiddetli tepki verdi. Beni ise aynı günkü bir haber korkuttu: E.Binbaşı Zeki Bingöl, 19.12.2000 tarihinde Bayrampaşa Cezaevi’ne yapılan “Hayata Dönüş” operasyonunda ilk kurşunu jandarmanın sıktığını ve koğuşlara gaz bombası ve yangını bir türlü sönmeyen “bir cins yuvarlak lastik topa benzeyen bombalar” attığını 7 yıl sonra açıkladı (Radikal, 31.08.07). Şimdi ya bu da 7 yıl sonra “benzer” biçimde aydınlanırsa?

Tekrar ediyorum: Bu iki büyük fay hattının çözüm-ucu elimize geçmiş bulunuyor. Lütfen, verdiği sonuç ortada olan 84 yıllık kireçlenmelere kurban gitmeyelim. Görmüyor musunuz, ezberler öyle bir bozuluyor ki fay hatları bile kendi içinde deprem geçiriyor. İslamcılar denize giriyor, “sürtük” lafı yiyor. Kürt hareketi en az altı başlı; DTP müthiş zorlanıyor. Siz daha bunları görmeyin. Ama ondan sonra da bu vatanı sevdiğinizi falan söylemeyin. Gül ve DTP olayları, küçük küçük depremlerle fayların nihayet yerleşmeye başlaması ve büyük depremin önlenmesi açısından gerçek birer nimettir; lütfen bakın ve görün artık. Ne ezbermiş yahu.

Önceki Yazı
Sonraki Yazı