Bulgaristan’da 1984 sonunda Türk azınlığa traji-komik baskılar başlayınca, Aziz Nesin ustam bir kitap yayınladıydı: “Bulgaristan’da Türkler, Türkiye’de Kürtler”.
Bendeniz de benzer şeyleri sayısız kereler yazdım (Sadece Agos’tan birkaç tanesinin tarihleri: 15.12.2000; 07.03.2003; 11.06.2004; 21.01.2005; 06.05.2005; 27.10.2006; 09.02.2007). Yunanistan’da Türklere, Türkiye’de Rumlara eziyet edildiğini karşılaştırmalarla verdim.
***
Bu ülkede insanların “Kürt” kelimesini telaffuz etmeye korktuğu devirlerde, Kürt kökenli yurttaşlarımız üzerine yapılan traji-komik baskıları korkmadan anlattığı için 29 kitabına 104 dava açılmış, sonunda toplam 17 yıl 2 ay hapis yatmış bir bilimadamı var: Doç. Dr. İsmail Beşikçi. Geçenlerde o da bu karşılaştırmalı konuya değiniyor ve “Popüler Kürtür Esmer” adlı aylık dergide şöyle yazıyor:
“Şöyle düşünelim: Örneğin Yunanistan’da Batı Trakya Türklerinin ilkokula devam eden çocuklarına her gün ‘Yunan’ım, doğruyum, çalışkanım… Varlığım Yunan varlığına armağan olsun…’ diye and içirildiğini farzedelim… Türk çocukları neden Yunan varlığına armağan olacakmış?… Ama Kürt çocukları her gün ‘Türküm, doğruyum, çalışkanım… varlığım Türk varlığına armağan olsun’ diye ant içiyor. Bu ant, Kürtlerin yaşadığı alanlarda Türk egemenlik sisteminin ayrılmaz bir parçası olmuş”.
Aralık 2005’te dergiyi alan basın savcılığı dava açmaya gerek görmüyor. 27 Ocak 2006’da Genelkurmay 301’den bir suç duyurusu yapıyor. Arkasından, dosyayı inceleyen Prof. Mehmet Emin Artuk “301’den değil, 216’dan açılmalıdır” diyor. Yani “Türklüğe, devlet organlarına hakaret”ten değil de, “kamu düzeni açısından açık ve yakın bir tehlike ortaya çıkartacak biçimde halkı kin ve düşmanlığa tahrik”ten. Her iki madde de, bizim Azınlık Raporu’nu suçlamakta kullanılmıştı.
Bakırköy Savcılığı da davayı 216’dan açıyor. İsmail Hoca’nın ifadesine başvurmadan. Çünkü polis, böyle bir adres dosyada mevcut olmadığı halde Hoca’yı İstanbul’da aramış ve bulamamıştır. Yine çünkü, İsmail Hoca 1971’den beri Ankara’da oturmaktadır. Sonuçta kendisine tebligat yapılamıyor, mahkemeye verildiğinden haberi bile olmuyor… ve 15 Eylül 2006’daki ilk duruşmaya gelmediği için “zorla getirilmesi” kararı çıkıyor. Oysa, derginin sorumlu yazı işleri müdürü, 27 Şubat 2006’daki Savcılık ifadesinde, Doç. Beşikçi’nin Ankara’da oturduğunu bildirmiştir.
Şu anda İsmail Hoca 4,5 yıl istemiyle yargılanıyor.
***
Şimdi bambaşka bir davaya geliyorum: Kendi açtığım bir davaya.
Araştırma yapmak ve karşılığında 4 konferans vermek üzere (sonradan, 9 oldu) Oxford’da davetli bulunduğum sırada, Cumhuriyet gazetesi Ankara temsilcisi Mustafa Balbay ART kanalındaki programında bendenizden bahsettiydi. Şöyle dediydi:
“Türk aydınlarının, Türk gazetecilerinin, Türk yazarlarının ruhen satın alınması, maddi ve manevi olarak satın alınması çok ciddi bir strateji. Şu anda İngiltere’de özel eğitim görmekte olanlardan biri, ben polemik sevmiyorum ama, adını da vericem, Prof. Dr. Baskın Oran.” (bkz. Agos, 01.12.2006).
“Satılmıştır” diyerek hakaret ettiği gerekçesiyle dava açıyoruz, 03 Nisan 2007 tarihli dilekçede avukatları aynen şu savunmayı yapıyor:
“Davacı, Agos yazılarında Avrupa Birliği karşıtlarını, Ermeni soykırımı yoktur diyenleri eleştirmiştir. Müvekkilimiz bu yazıları incelemiş ve kendisinde oluşan kanaati izleyicilerin dikkatine sunmuştur. Beyanları, eleştiri mahiyetindedir”. Yani, açıkça, “hainler”e hakaret ve iftira etme özgürlüğü vardır, diyor.
Oysa, daha bugüne kadar ağzımdan veya kalemimden “Ermeni soykırımı” diye bir terim çıkmadı. Çünkü 1915’deki utanılası katliamın “soykırım” olarak anılmasına çok çeşitli nedenlerle karşıyım ve çok çeşitli yazılarımda ve konferanslarımda bunu döne döne anlattım. Yerevan’da verdiğim bildiride bile. Zaten, Diaspora’nın kimi unsurlarıyla sürekli didişmem de temelde buradan kaynaklanıyor.
Farzedin ki Agos’taki yazılarımda “Ermeni soykırımı”nı savundum; nasıl oluyor da “AB’ye maddi ve manevi olarak satılmıştır” diye hakaret görmeme hukuki dayanak olabiliyor bu? Bu nasıl hukuk anlayışıdır?
Balbay’ın avukatları sonunda bir de “pazarlık”a girişmiş:
“Bir an için müvekkilimizin beyanlarından dolayı sorumlu tutulması gerektiği varsayılsa bile, davacının talep ettiği tazminat miktarının fahiş olduğu görülmektedir”.
***
İşte böyle davalardır ki Türkiye’de “hakaret özgürlüğü”nün değil, “ifade özgürlüğü”nün geçerli olduğunu yerleştirecek. Erken olmazmış, geç olurmuş, mahkeme mahkeme dolaşırmışız, hiç önemli değil. Bir gün mutlaka olacak. Çocuklarımız rahat edecek. Olay bundan ibarettir.