İnanın ki kendimi beğenmişliğimden değil: Benim kafamda kristal berraklığında olan iki tane konu var ki, Türkiye’de nasıl bu kadar yanlış algılanabiliyor, akıl erdiremiyorum. Anlatıyorsunuz, nasıl işse bazıları yine anlamıyor. Geçen gün bir konuşma yapmaya gittiğimi söylediğim araştırma merkezinde sorulan sorular, bu birbirinin devamı niteliğindeki iki anlaşılmaz yanlışı insanın gözüne gözüne sokuyordu.
Şimdi de, AB’nin Katılım Ortaklığı Belgesine cevap olarak açıklanan Ulusal Program vesilesiyle bir daha ortaya çıktı. Demek ki şu son 75 yıl içinde kafalarımıza nasıl balgam gibi yapışmış, o kadar olur.
Bu iki anlaşılmaz yanlışı kolay anlatabilmek için onları birer cümleyle simgeleyeceğim.
1) “Türkiye’nin resmî ve eğitim dili Türkçe’dir. Kürtçe eğitim ve yayın yapılamaz”.
Türkiye’nin resmî dili değişsin diyen yok, Türkçe’nin yanına bir resmî dil daha ekleyelim diyen de yok, peki bu nereden çıkıyor?.
Nereden çıkacak, İttihat ve Terakki kafasından çıkıyor. Hani, Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’ın karşısına komünist diye bir genç getirmişler, bağırmış: “Sen kim oluyorsun ulan, komünist olmak gerekirse önce biz oluruz!” Yani, önce devlet olur. Herşeyi devlet yapar. Kürtçe eğitim veya TV yayını gerekirse onu da devlet yapar. İşte, bu muhteremler bu kafayla düşündüğü için panikliyorlar.
Yahu, Allah peygamber aşkına, neden Kürtçe eğitimi devlet yapsın, neden TV yayınını devlet yapsın? Türkiye’de farklı dil konuşan o kadar insan varken, herbirinin dilini öğretmeye veya herbirinin dilinde yayın yapmaya kalkarsa buna para veya can mı dayanır? Ayrıca, neden Kürtçe resmî eğitim veya yayın yapsın da Kürtleri bir yandan başka farklı kökenden olanlara tercih etsin? Veya tam tersine, küstürsün? (çünkü, bu “Kürtçe yayın”da her allahın günü Kürtlerin bir “Türk Boyu” olduğu anlatılacak da ondan!).
Bırak adamları, özel kurslarını açsınlar, dillerini isteyene öğretsinler. Eğer sen Kürtleri çok sevindirmek meraklısıysan, eğitim saatleri dışında okul dersliklerinin kullanımına izin verirsin veya bu insanları daha daha memnun etmek istiyorsan, Türkçe ve İngilizce’yi zorunlu ders olarak aldıktan sonra, bir de Kürtçe’yi seçimlik ders olarak almalarını sağlarsın. Onca dersi aldıktan sonra, bir de onu kim isteyecekse, kalkar alır.
Ha, bu Kürtçe dersler sırasında “bölücülük propagandası” yaparlarmış. O zaman bu propaganda Türkçe olarak yapıldığı zaman nasıl cezalandırıyorsan, o zaman da cezalandırırsın. Çok mu zor?
Emre Kongar’ın kitaplarından hatırlamanız gerekir; kaç tane ve ne zaman kurulursa kurulsun, Türkiye’de sadece ve sadece iki türlü kitle partisi vardır: 1) İttihat ve Terakki’nin devamı olanlar (CHP, SODEP, DSP ve benzerleri), 2) Onun meşhur rakibi Hürriyet ve İtilaf’ın devamı olanlar (DP, AP, ANAP, DYP ve benzerleri). Bu iki parti birbirinin antitezidir. Birincisi seçkinci-devletçi, ikincisi özelcidir. İşin acayip tarafı şu ki, bu İttihat ve Terakki kafası taşıyanların büyük çoğunluğu Hürriyet ve İtilafçı takımından!
2) “Kürtler azınlık değildir, onlara azınlık hakları verilemez”.
Yahu, zaten Kürtler azınlıktır diyen yok ki. En başta Kürtlerdir ki, kendilerinin azınlık sayılmasını hakaret olarak kabul ediyorlar. Bu durumda azınlık haklarından bahsetmek niye?
Çünkü yine, Hürriyet ve İtilafçı takımın İttihat ve Terakki kafası konuşuyor. Kültürel hakların (TV yayını yapmak, eğitim yapmak, vb.) yalnızca Kürt kökenliler için olabileceğini düşünüyor.
Oysa, bu hakları bütün TC vatandaşlarına tanısan, hem Kürt kökenlilerin özelliğini kaldıracak ve korkudan kurtulacaksın, hem de Türkiye’yi demokratikleştirmiş olacaksın. Ama, özgürlük denen kavramı ilke olarak reddettiğinden, böyle bişey aklına bile gelmiyor bu muhteremlerin.
Bir de, durup durup, “Biz, verirsek, yalnızca bireysel hak veririz” kompleksi çıktı. Bu kafa yeni Ulusal Program’da fazlasıyla vurgulanmış.
Şimdi, uzun uzun oturup da Negatif Hak-Pozitif Hak ayrımını anlatmaya niyetim yok. Birincisi, bütün vatandaşlara sağlanan (oy verme, seçilme, mülkiyet vb. gibi) vatandaşlık haklarıdır. İkincisi, yalnızca, farklı niteliklerini korumakta güçlük çeken kimi dezavantajlı vatandaşlara, bu farklılıklarını koruyabilmeleri için verilmiş (örneğin gayrimüslimlere anadilde müfredat programı olanağı gibi) “artı” haklardır.
Bireysel Hak-Grup Hakkı ayrımından ise hiç mi hiç bahsedecek değilim, çünkü Grup Hakkı denen şey, örneğin o yıl kaç tane ren geyiği avlanabileceğini saptamanın o kabileye bırakılmasıdır. Bizimle hiç ilgisi olmadığı gibi, azınlık haklarının dünyadaki gelişmesi de eğitim gibi “toplu olarak kullanılabilecek hakların” bile kesinlikle birey’e verilmesini öngörür. Zaten onun içindir ki, hangi uluslararası azınlık hakları sözleşmesini açarsanız açın, “rights of individuals belonging to minorities”, yani azınlıklara mensup bireylerin hakları der. Doğrudan doğruya azınlık hakları demez.
Yukarıdaki iki inanılmaz yanlışı yapmakta ısrar eden muhteremlerin bütün bunları bilmesine hiç mi hiç gerek yok. Benim Mülkiye üçüncü sınıf öğrencilerim öğrenmeye mecbur, ama onlar mecbur değil. Bilmeseler de olur. Herşey bitti de, bunlar mı kaldı öğrenecekleri?
Özgürlüğün herkese tanınması halinde hiçbir grubun (yani, Kürtlerin) öne çıkarak devletin başına dert olmayacağını, ama bunu anlamak için de İttihat ve Terakki mantığını artık bırakmaları gerektiğini bilsinler, yeter de artar.