Devletimiz “Mustafa” filmine nihayet ses verdi. 12 Eylül cuntası, Atatürk’ün gelirlerini Türk Dil Kurumu ile Türk Tarih Kurumu arasında paylaştıran vasiyetnamesini çatır çatır değiştirdikten sonra 1983’te bir de Atatürk Araştırma Merkezi (ATAM) tesis etmişti. Bu ATAM “‘Mustafa’ Filmi Hakkında Bazı Tespitler” diye açıklama yayınladı (www.atam.gov.tr).
Gerçekten filmi gördüler mi?
“Biir toz bulutunu düşman sanarak korktuğu ima edilmiştir” diyor. Oysa senaryoda: “İsyancıların kapıya dayandığını düşündü.” Haziran 1920. Yunan ordusu Ankara’da ne arasın; daha Bursa’yı bile işgal etmemiş. Korkulan, Yozgat isyanı.
Gerçi U. Dündar da Star Haber’de T. Özakman’a soruyor: “Sizce Atatürk sığır sürüsünü Yunan ordusu zannedip korkar mıydı?” Özakman da filmi görmemiş, ama cevap veriyor: “Olur mu öyle şey? Bunu söylemek gaflettir!” Ama bunların biri gazeteci diğeri tiyatro yazarı; ATAM gibi tek işleri “Atatürk’ü araştırmak” değil hiç olmazsa.
Başka bir ilginçlik: Filmde yine yok ama benim şu “Aramıza hoş geldin Atatürk” yazımda var, onu okuyup karıştırdılar herhalde, “Atatürk gökten yere indirildi iddiası” altbaşlığı altında cevap veriyor ATAM: “Türk kültüründe İslam öncesinde ve sonrasında ruhların ölmediği[ne] ancak ‘uçmağa vardığına’ inanılır. Milletine ve memleketine büyük hizmetler etmiş birinin ruhu kötü ruhlar gibi yerin altına uçmayacağına göre gökte farz edilmesi son derece tabii görülmelidir.”
Fevkalade espritüel bir tespit; gerçekten de iyi ruhlar yerin dibine uçamaz. Tamam da, Orta Asya Türkçesinde “uçmak” bir fiil değil ki yahu; isim. Bugünkü cennet’in o zamanki ismi. Tersi de “tamu”, yani cehennem. “Uçmağa varmak”, cennete gitmek demek. Ben bunu sünnet hediyelerim arasında gelen Nihal Atsız’ın “Bozkurtların Ölümü”nü okuduğumda, yani 9 yaşımda öğrenmiştim.
Ama diyeceksiniz ki ATAM resmî açıklamada çocuğun yapmayacağı imla yanlışını yaptıktan sonra bunları da yapar. Nitekim, “Makedonya’dan hemşerileri gelmiş, Dolmabahçe’de toplanmışlar, Atatürk’te tesadüfen gidip eğlencelerine katılmış”taki Atatürk kelimesinden sonra gelen ‘te’ eki (daha doğrusu “-de” eki) ayrı yazılacak idi…
Kürtlerin özelliklerine ve haklarına saygı vaatleri
Gelelim esas meseleye. ATAM “Kürtlere özerklik verileceği iddiası” alt başlığında diyor ki: “Filmde… kaynağı net olmayan iddialar dile getirilmekte, Atatürk’ün İzmit Basın Toplantısı sırasında ‘Anayasada bu konuda hüküm olduğunu’ söylediği aktarılmaktadır.”
El insaf. 1921 Anayasası Md. 11 çok açık: “Vilayet… özerktir. Vakıflar, Medreseler, Eğitim, Sağlık, İktisat, Ziraat, Bayındırlık ve Sosyal Yardım işlerinin tanzim ve idaresi vilayet şûralarının yetkisi dahilindedir.” Bu şûraları da ilgili vilayetin halkı seçiyor. Özerklik o kadar geniş ki, bu konularda valinin yetkisi yok. Nitekim Md. 14: “[Merkezden atanan] Vali yalnız devletin genel görevleriyle yerel görevler arasında uyuşmazlık olursa müdahale eder.” Şimdi, bunun nesi “kaynağı net olmayan iddia”?
Dahası, acaba ATAM M. Kemal’in Samsun’a ayak bastığı andan itibaren her ağzını açışında Kürtlerin özelliklerine ve haklarına saygı taahhüdünde bulunduğunu bilmiyor mu? Kronolojik sırayla birkaç örnek:
1) Kürt ağa, bey ve şeyhlerine telgraflar (Mayıs ve Haziran 1919): “Kürt kardeşlerimin… hürriyeti ve refah ve ilerlemesinin vasıtalarını sağlamak için sahip olmaları gereken her türlü hak ve imtiyazların verilmesine tamamen taraftarım” (Cemilpaşazade Kasım Bey’e, 16.06.1919).
2) Erzurum ve Sivas kongreleri beyannameleri (07.08.1919 ve 11.09.1919): Erzurum: “[Doğu illerinde] yaşayan bütün İslami unsurlar, yekdiğerine karşılıklı bir fedakarlık duygusuyla dolu ve ırkî ve toplumsal durumlarına saygılı öz kardeştirler”. Sivas’ta daha da güçlü: “ırkî ve toplumsal haklarına”.
3) Osmanlı Hükümeti’yle yapılan Amasya Protokolü no.2 (22.10.1919): “… Kürtlerin gelişme serbestisini sağlayacak şekilde ırksal ve toplumsal haklar bakımından desteklenmelerine, daha iyi duruma getirilmelerine izin verilmesine…” Gerekçe de belirtilmiş: İngilizlerin bölücü çabalarını engellemek için Kürtlere bu hakları vermek gerekir, diyor.
5) Misak-ı Milli (28.01.1920): Efsane gibi konuşulan ama bilinmeyen bu temel belgenin 1. maddesi bir bütün oluşturan milli toprakları “… dinen, ırken ve emelen birbirine bağlı, karşılıklı saygı ve özveri duyguları besleyen, birbirlerinin ırksal ve toplumsal hakları ile bölgesel koşullarına tamamen saygılı Osmanlı-İslam çoğunluğu”nun oturduğu yerler diye tarif ediyor.
Bütün bu belgeler şunu söylüyor: Her bir unsurun özelliklerine saygılı olduğumuz için bu ülke bölünmeyecek. İşte bu, mantıken, saygılı olmazsak mazarrat çıkar anlamı taşıyor.
6) TBMM’deki sözleri: Bütün yukarıdakileri izah, teyit ve taahhüt ediyor.
24.04.1920: “Erzurum Kongresi’nin çizdiği milli hudut] dahilinde yaşayan İslami unsurların her birinin kendisine özgü olan bölgesine, âdetlerine, ırkına özgü olan imtiyazları … kabul ve tasdik edilmiştir.” Taahhüt ediyor: “İnşallah, varlığımız kurtulduktan sonra (inşallah sesleri) kardeşler arasında çözülüp sonuçlandırılacağından… teferruata girişilmemiştir.”
03.07.1920: “Milli hudutlar… içinde yaşayan ve çeşitli İslami unsurlar birbirlerine karşı ırkî, bölgesel, ahlakî bütün haklarına saygılı öz kardeşlerdir. Dolayısıyla onların arzularına aykırı bir şey yapmayı biz de arzu etmeyiz.”
01.03.1922: “Türkiye halkı… gelecek ve menfaatleri ortak olan bir toplumdur. Bu toplulukta ırkî haklara, toplumsal haklara ve bölge şartlarına saygı, iç siyasetimizin esas noktalarındandır.”
7) İzmit Basın Toplantısı (16.01.1923). Bunu anlatmıştım.
Sadece Atatürk’ün bizzat söylediği ve/veya imzaladığı şeylerin bir kısmını aktardım.
Gerçek çok basit aslında
- Kemal bunları tabii ki söyledi ve yazdı. Ama yine tabii ki hepsinin arkasından ilave etti: “Ayrılmayı hiç düşünmeyin”. Bu normaldi, çünkü o zaman Türk ve Kürt değil, İslam vardı. TC kurulurken Kürt haklarını savunacak Kürt aydını henüz yetişmemişti; mevcut Kürt aydınları da (Bedirhanîler) Ankara’ya karşıydılar. Dünyada devir de ulus-devletler devriydi.
Normal olmayan şuydu ki, Atatürk’ün kurduğu Türk ulus-devleti Kürt diye bir farklılığı tamamen yok saydı; ulus-devlet budur işte. Bugün çektiklerimizin derin kökü buradadır.
“Atatürk dâhi politikacıydı; icap edeni söylemiş, icap edeni yapmıştır” deyin, kabul. Ama kalkıp da “Bunları söylemedi, bunların kaynağı meçhuldür” demeyin; dürüst olmuyor.
Öyle deyip böyle yapmanın 1925 isyanıyla da ilgisi yok. Çünkü olay, Lozan yapılıp cumhuriyet ilan edildikten sonra 1924 Anayasası’yla noktalandı. İl ve ilçe bazındaki özerklik kaldırıldı. Ekim 1923’e kadar M. Kemal’in kullandığı “Türkiyeli”nin (Türkiye Milleti, Türkiye Ordusu, vb.) yerini “Türk” alıverdi (bkz. B. Oran, Atatürk Milliyetçiliği, 1999, s. 211). Bunlar Kürt’ün sıfırlanmasıdır.
1924 Md. 2 Türkçeyi resmî dil ilan etti, tamam. Md. 10 “18 yaşını bitiren her erkek Türk mebus seçmek hakkına sahiptir” dedi, tamam. Md. 12 “Türkçe okuyup yazmak bilmeyenler mebus seçilemezler” dedi, ona da tamam. Ama kasaba pazarına yumurta getirene konuştuğu her Kürtçe kelime başına 5 kş. ceza (H. Kıvılcımlı, İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark), 1979, s. 318’den Son Posta, 23.09.1932), işte o tamam filan değil.
Olmadığı içindir ki “Kürt Sorunu”na sadece son 25 yılda 1 trilyon dolar harcadık (C. Çiçek, Radikal, 02.11.08), kırk bin ana kuzusu kurban verdik; daha da vereceğimizden başka. Biliyor musunuz ki koca Kurtuluş Savaşı’nda cephede vurulanların sayısı on bin sekiz yüz elli beş kişidir? (S. Selek, Anadolu İhtilali, I. Cilt, 1987, s.115).
ATAM’ın tek işi Atatürk’ü araştırmak. Sen gerçekten büyükmüşsün, Sakallı Celal.
(Metinler için: ATAM, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, I-III, TTK, 1989; D. Perinçek, Kurtuluş Savaşı’nda Kürt Politikası, Kaynak Y., 1999. Katkıları için E. Büyükelçi Ünal Ünsal’a içten teşekkürle).