Yarın, Hrant’ın öldürülmesinin –ve asıl faillerin bulunamamasının– altıncı yıldönümü. Nasıl oldu bilmiyorum ama, iyi şeyler de olabiliyormuş ki, bunca yıl sonra insanın içine bir parça su serpen bir belge çıktı: Yargıtay C. Başsavcılığı tebliğnamesi.
Sürecin özeti
İstanbul 14. Ağır Ceza’nın cinayetten beş yıl sonra verebildiği 17.01.2012 tarihli karar, “Örgüt yoktur” deyip çıkmıştı. Mantığı da ilginçti: “TCK Md. 220, ‘…örgütün varlığı için üye sayısının en az üç kişi olması gerekir’ demektedir. Bu demektir ki, örgüt en az üç kişinin karşılıklı gelen iradeleri ile oluşmaktadır. Öyleyse, kişi sayısı çok olsa bile iradeler arasında karşılıklılık yoksa, ortada bir örgüt de yoktur.”
Yani, biri Trabzon’un bir kasabasında Lise 1’den terk işsiz bir oğlan buluyor ve ona Hrant Dink adlı Ermeni’nin Türk düşmanı olduğunu belletiyor, öbürü tabancasını temin ediyor, diğeri cebine harçlık koyuyor, bir başkası İstanbul’a getirip Agos’u gösteriyor, öldürtüyor, bu arada İl Emniyet Müdürü’nden Jandarma Komutanı’na ve Vali’sine kadar, resmî görevliler olayı örtbas etmek için ne lazımsa yapıyorlar, ama ‘iradeler arasında karşılıklılık’ ve dolayısıyla örgüt yok!
Hatırlarsanız, karar sonrasında da acayip şeyler olmuştu. Mahkemenin yargıcı “Vicdanen ben de tatmin olmadım” demiş, bu arada sanıklardan biri hakkında hüküm tesis etmeyi unuttuğu ortaya çıkmıştı. İşte bu dosya şu anda Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin önünde. Tanıdık bir daire. ‘Zehirli kan’ tabiriyle Türklerin değil Ermeni diasporasının eleştirildiği apaçıkken ve buna ilişkin bilirkişi raporu da mevcutken, Hrant’ın TCK Md. 301’e göre ‘Türklüğe hakaret’ ettiğini 1 Mayıs 2006’da onayan daire. Hatırlarsanız, Hrant bu karara bir de Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 11 Temmuz 2006’da katılması üzerine, “Bu benim idam kararım” demiş ve aradan altı ay geçmeden öldürülmüştü (19 Ocak 2007).
İşte tam bu aşamada, Yargıtay C. Başsavcılığı’nın, “Örgüt yoktur” diyen kararın bozulmasını isteyerek yepyeni bir ses getiren tebliğnamesi 10 Ocak’ta çıktı (Radikal, 11.01.2012; G. Tahincioğlu, Milliyet, 12.01.2013). Hepimizin bildiği ama şimdiye kadar resmî ağızlardan hiç duyulmamış, fevkalade ciddi hukuksal ve sosyolojik gerçekleri dile getirdi:
Örgüt ve nefret suçu var
1) Örgüt olduğunu söylüyor: “Üçten fazla kişinin bir araya gelmek suretiyle örgütün insan unsurunun gerçekleştirildiği, (…) hiyerarşik yapının bulunduğu, (…) görev dağılımı yapıldığı, (…) iş bölümü ve iştigal olunacak faaliyet alanlarının önceden tespit edildiği, (…) gizliliğin esas alındığı, işlenen suçların ideolojik amaçlarla gerçekleştirildiği dosya kapsamından anlaşılmaktadır.”
2) Cinayetin bir ‘nefret suçu’ olduğunu hatırlatıyor: “Dosya kapsamından anlaşıldığı üzere, 19 Ocak 2007 tarihinde sırf başka din ve milliyetten olması nedeniyle Fırat (Hrant) Dink’in öldürülmesi, sistemli, planlı ve organize olarak bir örgüt faaliyeti kapsamında”dır diyor.
Milleti parçalamak bölücülüktür
3) Daha da önemlisi, sırf farklı dinden olduğu için adam öldürmekten kalkarak, devletin üç temel unsurundan biri olan Millet’i parçalamanın bölücülük suçu teşkil ettiğini söylüyor: “Devletin birliğini bozmaya yönelik eylemler sadece devletin siyasi, hukuki yapısını parçalamaya, bölmeye yönelik eylemler olarak anlaşılmamalıdır. Milleti oluşturan dil, din, ve etnik yönden farklı olan toplulukların arasının açılmasına yönelik eylemler de bu suçu oluşturur.”
‘Devletin birliği’ derken, TCK Md. 302’den bahsediyor. Gerçi Hrant’ı öldüren terör örgütü tam da ‘devletin birliğini korumak’ (!) için yaptı bunu, kendi kafasınca. Ama tebliğname aynı maddeyi ezilmiş-dışlanmış gruplara (Gayrimüslimlere, Kürtlere, vb.) yani Millet’i oluşturan unsurlara saldıran eylemler için kullanıyor. Bugüne kadar hep PKK, KCK ve sol örgüt davalarında devreye sokulan Md. 302’nin böyle yorumlanması ilk defa oluyor ve tebliğnamenin esas büyük önemi de burada.
Tamamlıyor: “Üniter yapının tersinin savunulması şeklindeki ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilecek eylemler elbette bu suçu oluşturmaz.” Oysa, Türkiye’de federal sistemden bahsetmek bile suçtu; Şerafettin Elçi’nin ölmeden birkaç gün önce yayımladığı anılarda (‘Doğu’nun Elçisi’nden Yüce Divan’a’) anlatılmakta.
İş işten geçmeden
Tebliğname burada da kalmıyor. Bu amaçla örgüt kurmanın cezalandırılması için, bu amacın (bölücülüğün) gerçekleştirilmesini beklemeye hukuken gerek olmadığını belirtiyor: “Durduk yere amaçsız bir şekilde sırf örgüt kurdu desinler diye hiç kimse bir araya gelmez. Suç işlememiş dahi olsa, bu amaç doğrultusunda örgüt kurmakla doğrudan toplum düzeni tehlikeye sokulmuş demektir. Suç işlemek için örgüt kurma, bir tehlike suçudur.”
‘Tehlike Suçu’ bizde çok bilinen bir kavram değil. ‘Türk Dış Politikası’ kitabının bu ay sonunda yayımlanacak III. cildindeki (2001-2012) ‘Darbe Suçları’ kutusunu yazan Dr. Ümit Kardaş’tan kısaca aktarayım: Tehlike suçunda cezalandırma için suçun tamamlanmış olması [burada, devletin bölünmesi] aranmaz, çünkü suç tamamlandığında zaten iş işten geçmiştir. Tehlike suçlarının özelliği, tehlike gerçekleşmeden suçun işlendiğini kabul edip cezalandırmaktır.
Peki, 9. Ceza Dairesi bu tebliğnameyi dikkate alacak mı? Zor; bekleyip göreceğiz. Türkiye’de çok şey büyük hızla değişiyor. Bu ülkeyi azınlık mı bölüyor, yoksa egemen ideoloji mi, çoktan belli oldu ama, Daire farkına vardı mı, anlayacağız.