Baskın Oran

Duble skoç

Duble skoç
Duble skoç

Baskın Oran, göbeğine birkaç dolar sıkıştırdığı rakkase ile.

Boston

“Bize birer bira, bir de skoç; duble olsun lütfen.” “Özür dilerim, duble veremiyoruz!”   Irmağı geçince Boston’un hemen karşı kıyısı. Harvard Üniversitesi’nin 1636’da (yani, ABD’den 151 yıl önce) kurulduğu Cambridge mahallesi.

Bira üreten koca kazanların sıram sıram sıralandığı devasa ve fevkalade hoş ortamda, sağımız solumuz cıvıl cıvıl öğrenci dolu, küçük bir yuvarlak masanın yüksek taburelerine üç kişi tünemişiz: Bendeniz, Andy, Feyhan. Andy beni buraya altı konferans vermek için davet eden Harvard Kokkalis Vakfı elemanı. Bizi karşıladı, biz de onu “hoş bir yerde” bir kadeh içmeye davet ettik, buraya getirdi. Birahane adını, üniversiteyi vaktiyle 400 kitap bağışlayarak ve servetinin yarısını (779 İngiliz lirası) vasiyet ederek kurduğu söylenen İngiliz Püriten (koyu dindar Protestan) papazından alıyor: John Harvard’s Brew House.

Duble veremiyoruz ne demek, ilk anda şaşalıyorum. Ama yukarıdaki paragrafı okuduktan sonra tahmin edebilirsiniz. Yine de soruyorum, servisi yapan sevimli ve göbekli gence: “Anlatsana niye? İki tane tek skoç istesem getirmez misin?” Beklenen cevabı veriyor gülerek: “Getiririm tabii. Ama kanun böyle işte. Bu eyaleti kuranlar Püritenler olunca bu işler de böyle oluyor”. Bu memlekette garson bahşişi yüzde 10 ile 20 arası. 20’yi helalinden hak etti sevimli şişko.

Ne zaman tövbe edeceğim?

Yalnız işin ilginç tarafı, tek Skoç geliyor, gözlerimiz dışarı uğruyor. “Bu mübarek duble değil, triple!” diyor Feyhan. Dudak payı bile yok içinde sadece tepeleme viski ve buz bulunan bardakta.

Buradan nereye varıyoruz, tabii ki AKP’nin bizde içki veren/ satan yerleri şu veya bu biçimde itlaf projesine. Bırakın Ramazan’da Anadolu’daki felaket durumu, Ankara’da havaalanından Ulus’a gelene kadar bir deneyin bakalım, anayol üzerinde bira satan bakkal veya büfe bulacak mısınız? Bu durumda, koca Amerika’nın harman yerinde “duble veremiyoruz” varsa, AKP Türkiyesi’nde “içki satmıyoruz” normal değil mi?

Değil kardeşim. İki sebepten. Birincisi, Türkiye’yi Massachusetts’in aksine koyu dindarlar kurmadı. Üzerinize afiyet, her gece mükellef çilingir sofraları kurup sabaha kadar demlenen, yatarken de bir tabak kuru fasulyeyle cila yapanlar kurdu.

İkincisi, bugün bacaklarımı biraz açmak için kısa bir yürüyüşe çıkmışım, çabucak yorulmuşum eve dönüyorum, kaldırıma birkaç uzun masa koymuşlar yan yana, üzerinde cilt cilt kitaplar, ucuza satıyorlar. Yalnız, ortalıkta satıcı yok. Onun yerine, delikli bir karton kutu var. Üzerinde yazıyor: “Onur Sistemi. Kitapların fiyatları üstündeki pulda yazılıdır. Beğendiğinizin parasını lütfen bu kutuya atınız. Teşekkür ederiz.” Yani, “namusuna havale” satış. Çünkü, Püritenliğin bir gözü koyu muhafazakarlık ise, öbür gözü de su katılmadık dürüstlük; bu işin raconu bu. Bizim memlekete delikli karton kutu koydukları zaman ben de içkiye tövbe istiğfar eyleyebilirim.

Çok gezen kundura ne yapar?

Haçik Muradyan’ı daha önce duymuş ama bir buçuk yıl kadar önce Oslo’da tanımıştım. Taşnakların resmî organı Armenian Weekly’nin genel yayın müdürü. İki halkın dostluğu açısından büyük avantaj bu gencin varlığı. Son derece bilgili, çalışkan, objektif. Her şeyi konuşabilir ve neredeyse tamamında anlaşırsın. Oslo’da benimle uzun bir mülakat yapmış, Ermenilerin ve özellikle de Taşnakların, hayatın merkezine koyduğu “jenosit” terimine yaptığım itirazları dergisinde gözünü kırpmadan basmıştı. Ama burada başka bir yönünden bahsetmek istiyorum: Lübnan’da, Kilisli babaannesinden öğrendiği atasözlerinden. “Aha meydan, aha şeytan”dan tut, yakası açılmadıklara kadar. Mesela, en hafifleri: “Çok gezen kundura eve b.k getirir”. Dün öğleden sonra o uğradı eve, hoşgeldin’e. Zadik Özcan’a telefon etti, o da geldi akşam.

Zadik, Kayseri kökenli bir İstanbul Ermenisi. Hrant’ın sınıf arkadaşı. Buraya geleli 36 yıl olmuş. Hani Berlin’de Türkiyelilerin Kreuzberg’i vardır ya, burada da Ermenilerin Watertown’ı var; orada oturuyor ve emlakçılık yapıyor. Durumu “İyi, şükür”. Bizi bir Ermeni kermesine (“Bazar”) götürdü. Oradan çıktık, Hrant Dink Vakfı’nı desteklemek için Türkiyeli Ermenilerin kurdukları “Hrant’ın Dostları Derneği” başkanı, yine Kayserili Harry Parsekian da katıldı, doğru Ermeni lokantası Karoun’a. Bizim yemeklerden yedik, gencecik ve güleryüzlü “rakkase”nin göbek dansını alkışladık, göbeğine birkaç dolar sıkıştırdık.

Zadik’in şiiri

Zadik de, eve bırakırken, benim elime bir kağıt sıkıştırdı. Bir şiirini: Vatana Mektup. Altındaki tarih: 30 Mayıs 2007. Birkaç kıta okuyayım size:

“Selam ola vatana, gurbet elden/ Bizleri ayıranlar ataerkilimizden/ Koparanlar aslımız özümüzden/ Vatan hasretliği nedir, ne bilsin.

Biz Ermeniyiz, vatanımız Türkiye/ Dost bildik gönül bağladık Türk’e/ Zeval olur mu hiç ‘Sadık Millet’e/ Ama, ırkçı dinci olanlar ne bilsin.

Görmedik vatandan zerre vefa/ Şu çektiklerimiz hep cevri cefa/ Bizler de emek verdik o vatana/ Ama, kör cahil olanlar ne bilsin.

Feryatlarım mektup ola vatana/ Her kim ki sitem eder lafıma/ Eli bağrında, sorsun vicdanına/ Vicdan bilmezse, akıl ne bilsin.Zado, bu halın perma perüşan/ Dile destan ola vatana sevdan/ Koyma gayrı gam üstüne gam/ Sıla bilmezse, gurbet ne bilsin.”

İşte böyle efendim. Elimden geldiği kadar buradan “bildirmeye” devam edeceğim. Sağlıcakla kalın.

Önceki Yazı
Sonraki Yazı