Boston- Buradaki altı konferansımdan ikincisine gitmek üzere evden çıkıyoruz, arkamdan ismimi duydum. “Beskin” diye Amerikanca değil, Türkçe. Dönüyorum, Orhan Pamuk. Meğer o da aynı sokakta, beş-on ev ileride otururmuş. Harvard’da 1925’ten beri düzenlenen Norton Konferansları’nı bu yıl vermek üzere davet edildiğini okumuştum. Ünlü kişilerin sanat üzerine verdikleri genellikle altı konferanslık bir dizi.
Salı günü Orhan’ın da konuşması vardı: “Romanda Tasvir”. Beş-on dakika geç kaldık çünkü adresi bulamadık. Sorup bulunca anladık niye: Meğer orası daha önce önünden defalarca geçip de “Ne bu yahu, herhalde şehrin katedrali” dediğimiz anıtsal yapıymış: Harvard’ın Sanders Theater adlı büyük toplantı salonu. Google’dan hatırlıyorum, Oxford’daki 1663 tarihli ünlü Sheldonian Theatre’dan esinlenerek 1922’de yapılıyor ama, ben Sheldonian’a da gittim, burası oraya oranla tabii ki muazzam boyutlarda: 1166 kişilik.
Girdik, iki teşrifatçı gençten biri fısıldadı: “Salon dolu. Ancak balkonda birkaç yer var, sessizce buyurun”. Tamamen koyu renk ahşap kaplı, hayret verici bir mekan. Orhan sahnede anlatıyor. Zola, Balzac, Flaubert, de Nerval, Proust, Tolstoy, Dostoyevski, H. James isimleri geçiyor. Bunları bir yandan Coleridge ve Poe gibi şair-düşünürlerle ve Horace gibi Latin estetikçileriyle karşılaştırıyor, bir yandan da onları tasvir açısından ikiye ayırıyor: Daha çok görsel olanlar, daha çok kelimelere dayananlar.
Konuşma bitti, seyircilerden sorular başladı. Ağır bir konferansta bu kadar çok ve ayrıntılı sorunun sorulması ilginç. Diğer yandan, Fransız romancıların Amerika’da bu kadar tanınması hayret. Ama burası Amerika değil, yanılmamalı, Harvard. Sonunda da Orhan, bizim Menderes dönemindeki kahve kuyrukları gibi kıvrılıp giden bir kuyrukta kendisini hayranlıkla süzüp kitaplarını uzatanlara kitap imzaladı. Kentin Harvard Meydanı’nda yer alan büyük üniversite kitapçısında, merdiven başındaki ayrı bir etajerde sergilenen kitapları.
Her “Türk” dava açabilir
Doğrusunu isterseniz konferansa tam kafamı veremedim. Beynimde Orhan’la ilgili son haber: K. Kerinçsiz’in yaptığı başvuru sonucu, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, O. Pamuk hakkında, bir dergiye “30 bin Kürt ve 1 milyon Ermeni öldürüldü” dediği gerekçesiyle her TC vatandaşının manevi tazminat davası açılabileceğine karar verdi (Radikal, 08.10.09; Milliyet, 10.10.09).
Demek, buna oy veren Yargıtay üyeleri, aynen diaspora gibi, 1915 katliamını Türkiye’ye mal ediyorlar? Acaba asıl kime tazminat davası açmak gerekiyor bu durumda?
Bu havsalalara sığmaz hukuk skandalı Türkiye’de şimdiye kadar rastlananların galiba en büyüğü. Hukuka Giriş derslerinde “dava açma ehliyeti” diye okutulan hukuki müessese yürürlükten kalktı da biz duymadık herhalde. Kişi, şikayet konusu olaydan doğrudan doğruya etkilenmezse nasıl dava açabilir? “Açar, açar” diye cevap vereni Hukuk’ta ve Mülkiye’de ikinci sınıfa geçirmezler ki. Böyle Ördek Hayri kararı olur mu?
Ama esas bu teorik durum değil kafamı meşgul eden; yol açacağı pratik sonuçlar. Türk yargısı bu kararın altından nasıl kalkacak? Her önüne gelen her önüne gelene “Türklüğüme hakaret etti”diye dava açınca mahkemeler ne yapacak? Mesela “Türkiye oradaki Türkleri kurtarmak için Kıbrıs’ın kuzeyini 1974’te işgal etti” dedin mi, hatta “Türkiye azgelişmiştir” dedin mi, sen de bittin-gittin ifade özgürlüğü de bitti-gitti. İşin dış boyutuna gelince, Türkiye artık yağmur gibi yağacak AİHM tazminatlarının altından nasıl kalkacak? Dahası, Türkiye tüm dünyanın gözünde bu denli bir “geri ülke” damgasını nasıl kaldırabilecek? Düşün düşün, zordur işin. Ben bu enfes salona bunları düşünmek için mi oturdum?
“1 şehit için 5 DTP’li”
Zihnimden kovalamaya çalışıyorum, başkaları sarıyor: Yerel gazetede açıkça cinayete teşvik çağrısı yapan bir köşe yazarı hakkında önce savcılık, sonra mahkeme takipsizlik kararı verdi. Son olarak Yargıtay 8. Ceza Dairesi de, üstelik oybirliğiyle, bu yazıda suç bulmadı (M. H. Benli, Radikal, 23.10.09; K. Göktaş, Vatan, 22.10.09). Üstelik gazeteci Işın Erşen, DTP milletvekillerinin, MYK üyelerinin ve belediye başkanlarının isimlerini de tek tek yazarak hedef gösteriyordu: “Türk Ulusu, işte karşında düşmanın. Kahpece pusu kuran dağdaki teröristin peşinde koşmaktansa üç-beş mikrobu temizleyip bundan sonra bir bizden, beş sizden, tamam mı, devam mı? demek gerekir. Bunu yapacak ve diyebilecek yurtsever unsurlar da çıkar elbet”.
Buna göre, Yargıtay 8. Ceza Dairesi tam anlamıyla mutlak bir ifade özgürlüğü taraftarı. Ne söylersen söyle, ister ana-avrat küfret (“Bu raporu yayınlayanlar babalarının kim olduğunu öğrenmek için analarına sorsunlar”), ister cinayete kışkırt, hiçbir ülkede olmayan bir “ifade özgürlüğü”nden yararlanırsın Türkiye’de.
Çok iyi de, o zaman Orhan Pamuk’un eleştirel sözleri bu kocaman hoşgörü alanına neden girmiyor? Yüce Yargıtay bu rezaletleri ifade özgürlüğü saymaya nasıl devam edecek? Bu kadar tutarsızlıkla nasıl sürdürecek saygınlığını? Bu kararı veren üyeleri bilmem ama, Yargıtay’ın saygın kalmasını bendeniz çok önemsiyorum.
Sonunda kabullendi
Türkiye’yi internetten dakika dakika izlemekteyim. Bir noktaya değinip bitireyim. Albay Dursun Çiçek’e atfedilen ama Genelkurmay Başkanı’nın kesin biçimde yalanladığı korkunç belgedeki ıslak imzanın Albay’a ait olduğu Adli Tıp Raporu’yla kesinleşti. Hürriyet gazetesi, haberi “Genelkurmay’dan çok sert bir açıklama!” başlığıyla verdi (25.10.09). Ya bu gazete ne yazdığını bilmiyor yahut ben ne okuduğumu anlamaz oldum. İsterseniz bir de siz bakın; özellikle son cümleye: “Bugün (dün) bazı gazetelerde yer alan bir ihbar mektubu ve mektubun odağındaki gelişmelerin öncelikle medyada yer almasının sağlanması, hukuk devleti adına kaygı verici ve çok düşündürücüdür. Benzerlerine sıklıkla rastlanan ihbar mektubu haberinin medyada veriliş biçimindeki ölçü ve duyarlılık derecesinin yayın organlarına göre gösterdiği farklılık da hayli dikkat çekicidir. Hukuk devletinde her şeyin yasalara uygun olarak yürütülmesine hiçbir kimsenin ve hiçbir kurumun itirazı olamaz.”
Not: Bu yazı yazıldıktan sonra Genelkurmay soruşturmayı yeniden başlattığını ilan etti.