Baskın Oran

Dört yıl sonra Diyarbakır çok umut verici, amma…

Diyarbakır’a ilk kez dört yıl önce, Prof. Doğu Ergil’in TOBB’a hazırladığı “Doğu Sorunu” raporunu tartışmak için gitmiştim. Belediye’nin konferans salonunda çok zor bir açıkoturumdu. Ayakta itişenler bir yana, hoparlörle yapılan yayını bir o kadar daha insan dışarıda dinliyordu. Hava çok elektrikliydi. Dinleyiciler, ağzınızdan çıkacaklara tek tek itiraz etmek için kulaklarını dikmiş, bekliyorlardı. Zaten, Ergil “PKK da bir terör örgütüdür” deyince salonun yarısından fazlası sessizce kalkarak terk etti. Neyse, sorunsuz bitirdiydik.

Bu sefer de salon tamamen dolmuştu ama o elektrikli hava  yoktu. “21. Yüzyılda Nasıl Bir Dünya İstiyoruz” ana teması bağlamında ilk sözü alarak “20. Yüzyılın Tahlili” diye bir konuşma yaptım. Konuya önce “Dünya” ve “Türkiye’nin dış ilişkileri” diye iki ayrı bölümle girdikten sonra, üçüncü bölümde “Türkiye’nin iç ilişkileri” başlığı altında Kürt sorununu ele aldım. 2000 yılına girdiğimizde, aslında bu açıdan 1938 yılına girmiş olduğumuzu söyleyerek başladım. Çünkü 1938 yılında, aynen bugünkü gibi, Kürt silahlı kalkışması kesin bir askerî yenilgiye uğratılmıştı.

“Tarih, bir kısır döngü değildir; tekerrür falan etmez. Ama kendisinden ders alınmak şartıyla. Kürtler ve Devlet için bu noktada alınacak çok önemli dersler vardır:

“1) Kürtler, özellikle çokkültürcülüğün böylesine güçlü biçimde gündemde olduğu bir dönemde, silahlı çözümün çözüm olmadığına artık karar vermelidirler;

“2) Devlet, Kürt silahlı hareketinin askerî yenilgiye uğratılmış olmasını, ‘Kürt sorunu bitti’ biçiminde yorumlayamaz. Hiç gecikmeden hem bölgede ekonomiyi düzeltmeli, hem de Kürt alt-kimliğini tanıyacak önlemleri uygulamaya başlamalıdır. Bu ikisinin aynı anda yapılması en büyük önceliktir. 1938’e geri dönülmemelidir.”

Söylediklerimin özeti buydu. Sorular başladı Dört yıl önceki gibi yalnızca tepki haykıran insanlar bu sefer yoktu. Onun yerine, hemen önümüzdeki dönemde devletin ve Kürtlerin somut olarak nasıl davranması gerektiğini sorgulayan, araştıran insanlar vardı. “Derin devletin türdeş bir ulus oluşturma politikasını nasıl saf dışı bırakıp çokkültürlü ve katılımcı bir demokrasi sağlanabilir?” diye de soruldu, “Futbol ile siyaset ilişkisi üzerine ne düşünüyorsunuz?”, “Türkiye’nin milliyetçiliği demokrasi önünde engel mi?” ve “Hasankeyf gibi tarihî kültürel değerlerimizin sular altında bırakılmasının mantığı nedir?” diye sorular da geldi.

* * *

Dört yıl önceki Diyarbakır’ın sokakları “Ne Mutlu Türküm Diyene”nin inanılmaz çeşitlemeleriyle, en meraklı Kemaliste bile gık dedirtecek biçimde adım başı donatılmıştı. Bu sefer bunlardan tek bir tane gördüm: üstünde Diyarbakır karpuzlu bir giriş kapısı. Sokaklarda da polis son derece nadir, asker hiç görülmüyor. Gezdiğim Batman’da da öyle. Görüntüyü azaltma (“low profile“) politikası izlendiği anlaşılıyor ki, son derece olumlu. Sur içindeki Do-si-do kasetçisinde bangır bangır Kürtçe çalınıyor. İlk gittiğimiz gün yemekten sonra biraz gezelim dedik, sokaklar biraz da güzel havanın etkisiyle geceyarısı adam almıyordu.

Hem Toyota’nın hem Honda’nın buradaki bayii olan bir işadamı  öğlen kebap yemeye davet etmişti. Tesisleri dağ gibi, ama onun gözü büyük bir tıp merkezi kurup bütün Ortadoğu’dan hasta getirtmekte. İnsanlar burada artık devletin teşvikini arkasına alıp ticaretten sanayie geçmek istiyor. Şimdi, adları vermesem bile başlarına iş çıkar diye çekindiğimden ayrıntı yazmıyorum ama, çeşitli ruhsatları almakta nasıl zorlandıklarını anlatıyorlar. “İstanbul’da olsa bunları sorarlar mıydı?” diyorlar. Devlet mademki Batı’daki müteşebbisi buraya getirtemiyor, bari bu kuşkuları bir an önce üstünden atıp buradaki büyük potansiyelin yatırıma dönüşmesini kolaylaştırsa fena olmaz. Dört yıl önce geldiğimde, bu kadar dilenci çocuğun binde biri yoktu Diyarbakır’da. İnanılmaz bir yapışkanlıkla, sürüler halinde, her yerde eteğinizdeler. Bir tanesi, sekiz yaşlarında bir kız, konferans salonunun içine kadar daldı da, zor çıkardılar.

Kürtler esprili adamlar. On yıl önce Galatasaray geldiğinde “Seni seviyoruz, seni seveni de” diye pankart asılmış; son maçta Ulu Cami’nin oraya konulan henüz duruyor: “Devlerin Aşkı Büyük Olur”. (Şimdi bunu buraya yazdık ya, acaba indirtirler mi dersiniz?). Çarşıyı gezerken, kendi kendileriyle dalga geçmeyi de ihmal etmeyip taklit yapıyorlar: “Müslim Babanin son kaseti çıhmıştir; jiletler eşantiyon!”. Bu arada, tabii, İstanbul valisinin İstanbul’da Newroz’un w’sini yasaklamasına da dokundurarak.  Çünkü “Öz Selim Amca’nın Sofra Salonu”nun (Selim Amca’nın kaburga dolması nefasetini Hıncal Uluç yeterince anlattı, herkesin alanı başka, bir de ben girmeyeyim) yanındaki “Always Lahmacun”un (vallahi adı aynen bu) önünden geçerken fısıldıyorlar: “Diyarbekir’de müsaade edilen tek w işte budir!”.

Esprileri kaybolmamış ama, Apo’nun duruşmalar ve sonrasındaki tutumu sonucu büyük hayal kırıklığı var Kürtlerde. Daha doğrusu, büyük onur kırıklığı. Dediğim gibi, devlet çok daha akıllıca hareket ediyor ve ortalıkta polis yok ama, muazzam bir beklenti kaynıyor.

Kürtlerin gönlünü kazanmanın, tam değil, tek zamanıdır.

1938’e dönmemek için.

“Vatanın Bölünmez Birlik ve Beraberliğini Korumak” için…

Önceki Yazı
Sonraki Yazı