Baskın Oran

Diyet ve Nankörlük

Artık yaşlanıyorum. Nereden mi çıkarıyorum, çünkü aklıma durmadan eskiler geliyor. 12 Mart’ta Kızılcahamam cezaevindeyim, mahkumların Killing diye ad taktıkları bir çocuk var, raşitik ve sarsak bir çocuk, şimdi anlatamayacağım, isteyen benim opus magnum’um yani başyapıtım olan Nerede  O Eski Mapushaneler’i bulur okur (Ankara, Bilgi, 1991), bir de koğuş arkadaşım Nuri Bey var, bizden yaşlı.

Nuri Bey diyor ki, “Ulan, bu Killing her gün bi bokluk çıkartmak için yaratılmış!”. Killing’in en berbat tarafı, gerçekten, her allahın günü kafasına bişey takıp bir olay çıkartması. Oysa, cezaevinde bir olay çıktı mı, acısını toptan bütün mahkum çekiyor.

Bir gün bu Killing, köylülerden birinin dolabını çiviyle açıp ne yiyeceği varsa çalmış, “Hadi buyrun yiyelim” diye bize getirmiş, oysa dolabın sahibi yanımızda el yıkamakta o sırada.

Bir gün geliyor, “Abi ben gardiyan odasında infaz kağıtlarını tutuşturucam, otomatik tahliye oluruz” diyor, zor susturuyoruz.

Başka bir gün geliyor, cezaevinde herhangi bir şey satmak yasak olduğu halde bakkallık yapıp geçimini sağlayan bir katil var, üstelik de kafadan sakat, onu kastederek, “Abi, bu Haydar cigarayı bana pahalı sattı, uyurken şişliycem” diyor.

Ertesi gün geliyor, “Abi bu savcı mahkumdan para yiyor, gazetelere yazıcam” diyor. Yazar da kerata, çünkü lise 1’e kadar okumuş, bütün köşe yazarlarına durup durup mektup gönderiyor.

Daha ertesi gün geliyor, “Abi, bu duvar niye böyle alçak? Kaçmamız için mi yapılmış?” diyor, ne yapacağımızı şaşırıyoruz. Bütün bunları idareye ve mahkumlara duyurmadan halletmek için canımız çıkıyor, çünkü her seferinde durup dururken büyük olay kopacak, ortalık birbirine girecek, zararı yine bize dokunacak, görüşlerimiz kesilecek; yatan bilir. Ama çıkmamıza şu kadar kalmış diye mecburen idare ediyoruz.

Ama bir seferinde öyle bişey yaptı ki, bir tokat vurmak zorunda kaldım ve bunca yıldır hâlâ içimde uktedir. Bizim koğuşun önüne getirip yorganını atmış, karnını da iyice dışarı çıkarmış, başladı gecenin ortasında bas bas bağırmaya:

“Nuri Beeey, Nuri Bey! Ben gebeyim!”. Nuri Bey önce susturmaya çalışıyor, Killing’in susacağı yok! Bir, iki, üç, ama zaten Nuri Bey de az kaçık değil, o da patlıyor ve soruyor: “Ulan, ….. ‘nun Killing’i, babası kim?!”. Elcevap: “Nah! İşte oradaki! Asistan!” (ben 1971’de Mülkiye’de sade suya asistanım). Nuri Bey’e eğlence gerek, tekrar soruyor: “Ulan, …………..’nun Killing’i, adını ne koycan?!”. Elcevap: “Mülkiye koycam, Nuri Amca!”. Etrafa rezil olmuşsun, çünkü ortalık resmen çınlıyor ve de cezaevinde filifata olayı (isterseniz bu terimi izah etmeyeyim) vak’a-i adiyeden sayılıyor ve de Killing’in niteliklerinden biri de zaten bununla ilgili! Ama artık herkes duyduktan sonra susturmak mümkün değil. El aleme rezil rüsva olduk…

Nereden geldiyse aklıma, bugün eskinin matrak anılarından söz edecektim, hatta bu kadarını da yazmıştım, ama “Devlet Krizi” çıktı, mecburen burada kesip oraya dönüyorum.

* * *

Galiba, bu Devlet Krizinin esas noktası, diyet isteme, alamayınca da “nankör” deme olayı.

Diyet İsteyen Adam, diyetini uzun zamandır durup durup istiyordu; buna kafayı fena takmıştı. “Ben sana ne göndersem altına imzayı hemen atacaksın, çünkü seni oraya ben yerleştirdim” diyordu.

Diyet İstenen Adam da atmıyordu her imzayı. “Kitaba uymayan şeyi imzalamam” diyordu. Diyet diye bişey de kabul etmiyordu; çünkü bu iş için ricacı olmuş olan kendisi değildi. Biraz bundan, biraz yüksek yerlerden gelmişliğin yüksekliğiyle.

İlânihaye devam edemezdi. Uzun zamandır bekliyordum, patlayacağı belliydi.

* * *

Ama, anlaşılan benim tahmin etme yeteneğim yetersiz ki; beni şaşırtan şeyler oldu:

Herşeyden önce, benim tahmin ettiğimin tersi patladı. Yani, Diyet İstenen Adam artık patlayacak diye bekliyordum, çünkü bize büyüklerimiz “Yumuşak Atın Çiftesi Pek Olur” demişlerdi, o bir miktar patladı ama asıl patlayan, Diyet İsteyen Adam da değil, Diyet İsteyen Adamın Nâibi, yani tavşanın suyunun suyu oldu.

İkincisi, patlama nedeninin takdimi bir acayipti. Temizel gibi bir adamın özel bankaların batakçılığını denetlemesini denetlemek değildi olay. Halkbank ve Emlakbank gibi dev devlet bankalarının yıllardır denetlenmeyen, denetlendiği zaman da hiçbir yolsuzluk bulunmayıveren hesaplarının yasal bir kurula denetlettirilmek istenmesiydi; oralardan felaket biçimde çapanoğlu çıkacak olmasıydı. Yolsuzlukların üzerine giden bir hükümetin Diyet İsteyen Adamının Naibi niye tam orada müdahale etti, anlayamadım.

Üçüncüsü, patlamanın biçimi acayibime gitti. Bu olay, gizliliğin esas olduğu ve bu yüzden de her şeyin alabildiğine konuşulabildiği bir yerde geçtiği halde, patlama ortalığı duman etti. Oysa, orada kalakalması ve dışarıdan duyulmaması pek doğaldı. Diyet İsteyen Adam o gizli yeri terk eder etmez, alı al moru mor basın toplantısına koşup 65 milyona TV’den ilan etmeseydi, bu memlekete ertesi gün oluverenlerin hiçbiri olmazdı. Şüyuu, vukuundan beterdir diye boşuna dememişler.

Nihayet ve en önemlisi, patlamanın gerekçesini pek anlayamadım. Çünkü olay esas olarak “Benim buraya getirdiğim adam benim istediklerime lam cim etmeden imzayı basmazsa, nankördür!”den çıkmıştı. Nankörlüğün tanımı eğer buysa, nankörlüğün iyi bir şey olacak olması bir tarafa, patlayacak çok daha vahim bişey vardı ortada:

Yolsuzluk soruşturmalarının en büyüğü olan Beyaz Enerji Operasyonu, sivil makamlar tarafından değil, şehrin ta göbeğinde Jandarma tarafından başlatılmıştı ve Jandarma tarafından sürdürülüyordu ve bunun sebebi de Türkiye’nin galiba en utanılacak şeyiydi: Asker’in Hükümet’e güvenmeyişi. Diyet İsteyen Adam’ın (veya Naibinin) buna patlamak hiç aklına gelmemişti.

Oysa, ben bilmeliydim; bir İzmir veledi olarak tahmin etmeliydim; çocukluğumun İkinci Kordonunun sıcak ve tozlu sokaklarında öğrendiğim o deyimden çıkartmalıydım: “Yapma dersin kızar, döversin hiç aldırmaz”. Tam böyle değildi galiba ama, aradan elli yıl geçmiş, buna benzer bişeydi ve hâlâ geçerli!

Önceki Yazı
Sonraki Yazı