“Türkiye’nin uluslararası ilişkilerde en zayıf ve en savunulamaz tarafı neresidir?” diye sorsalar, hiçbir duraksama göstermeden cevap veririm: “1936 Beyannamesi uygulaması!”.
26 Aralık 2001 tarihli Radikal’de, bu konuya çözüm getirecek bir yasa taslağı hazırlandığını okuduğumda çok sevindim. Çok umutlandım. Hem insanlık adına, hem de Türkiye Cumhuriyeti adına. Ama bu sevincim tam anlamıyla kursağımda kaldı.
Eski yazılarımı okumamış veya unutmuş olanlar varsa diye, önce bir özet yapayım. Vakıflara el koyarak şeriatçılığın ekonomik temelini yok etmeye kararlı olan Atatürk, Haziran 1935 yılında, o günkü biçimiyle bir devrim yasası olan 2762 s. Vakıflar Kanununu çıkardı. Ertesi yıl da taşınmazlarını (gayrimenkullerini) saptamak için tüm vakıflardan birer mal beyannamesi istedi. 1936 Beyannamesi işte budur. Fakat Atatürk bu projeyi uygulayamadan ölecektir.
1970’lerde Kıbrıs sorunu yüzünden Türkiye’de Rumlar başta olmak üzere gayrimüslim vatandaşlar aleyhine bir hava doğunca, VGM gayrimüslim vakıflarına yazı yazdı: “Vakıf Senetlerinizi getirin; taşınmaz edinmenize izin veren hüküm var mı, görmek istiyoruz”. Cevap verdiler: “Bizim Vakıf Senedimiz yoktur, çünkü her birimiz padişah fermanlarıyla kurulduk”. VGM cevap verdi: “O halde, sizin Vakıf Senediniz 1936’da verdiğiniz beyannamedir. Bu beyannamede taşınmaz edinme hükmü yoksa, o tarihten bu yana edindikleriniz usulsüzdür, geri alırız”. Gayrimüslim vakıfları itiraz ettiler: “O beyanname sadece bir taşınmaz listesidir; mal edinip edinmemeye ilişkin hüküm taşıyamaz ki”. VGM dinlemedi. O zamandan bu zamana da, 36’dan sonra edinilmiş mallarını ellerinden alıyor. Bilâbedel!
Şimdi, AB’ye girebilmek umuduyla ardı ardına çıkartılan Uyum Yasaları içinde bu ayıbın da düzeltilmesi yoluna gidildiğini anlıyoruz. Ama ne çare ki, atılan adım, bir arpa boyu bile değil. Çünkü taslağın gazetelerde okuduğumuz biçimine göre:
1) Bu vakıfların 1936’dan 01.01.2002’ye kadar edinmiş oldukları taşınmazlar 1936 Beyannamesine eklenebilecek. Ama bunun için önce İçişleri ve Dışişleri bakanlıklarının uygun görüşü, ondan sonra da VGM’nin olumlu kararı gerek;
2) Bunlar gerçekleşse bile, hükmün uygulanabilmesi için “devletlerarası karşılıklılık” koşulu aranacak;
3) Bu vakıflar kültürel vb. amaçlarla bundan sonra taşınmaz edinebilecekler ve bunların üzerinde tasarrufta bulunabilecekler. Ama yine yukarıdaki üç kurumun onayı (bir habere göre de, Bakanlar Kurulu kararı) olmak şartıyla.
Bakınız şimdi, bütün bunlar hukuka ve uluslararası gelişmelere nasıl yüzde yüz aykırı:
Birincisi, bu “onay”ların neye göre verileceği belirtilmemiş. Ölçüt yok. Tamamen “karakûşî” davranmak mümkün. Bugüne kadar VGM’nin yaptığı gibi yani.
İkincisi, “devletlerarası karşılıklılık” ilkesi, ancak Türkiye’de karşı ülkenin vatandaşı varsa, ona uygulanır. Türk vatandaşına uygulanmaz. Uygulanırsa, başka bir ülkenin davranışı nedeniyle Türkiye kendi ülkesinde kendi vatandaşını cezalandırmış olur. Ama devlet (1970’lerdeki iki Yargıtay kararında da geçtiği gibi) gayrimüslim vatandaşlarını vatandaş saymıyorsa, bilemem.
Üçüncüsü, 1990’dan beri uluslararası eğilim insan ve azınlık haklarının durmadan gelişmesi yönündeyken, böylesi bir ayrımcı yasa çıkarıp da “Uyum Yasası” diye kabulünü istemek AB’yi biraz aptal yerine koymaktır. Ayrıca, yarın Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tazminat kararlarını bu konuda da birbiri ardına sıralamaya başlayacaktır.
Dördüncüsü, bu taslak Anayasa’ya aykırıdır. Herşeyden önce, “Türkiye Cumhuriyeti (…) laik (…) bir hukuk devletidir” diyen 2. maddeye ve “Herkes (…) din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir” diyen 10. maddeye rağmen dinsel ayrımcılık yapılmaktadır.
Eğer Avrupa kurumları kalkıp da Türkiye’nin ayrıca ırk ayrımcılığı yaptığını ileri sürerlerse, bir de oradan fena darbe yeriz. Çünkü gayrimüslim vatandaşlarımız yalnızca ayrı dinden değil, aynı zamanda ayrı soydan insanlar.
Beşincisi ve bilimadamı olarak beni en fazla ilgilendireni, bu yasa, Türkiye’nin kurucu antlaşması Lausanne’a fena halde aykırı:
“Gayrimüslim azınlıklara mensup Türk vatandaşları, hem hukuk bakımından hem de uygulamada, öteki Türk vatandaşlarıyla aynı işlemlerden ve aynı güvencelerden yararlanacaklardır” (md.40). Oysa, Müslüman Türk vatandaşlarının kurdukları vakıflar için yukarıdaki koşullar ve izinler gerekli değil.
“Bu azınlıkların Türkiye’deki mevcut vakıflarına, din ve hayır işleri kurumlarına her türlü kolaylıklar ve izinler sağlanacak[tır]” (md.42/3). Oysa, bu taslak her türlü zorluğu sağlamakta.
Zaten, bu maddelere kadar inmeye gerek yok. Md.37 çok açık: “Türkiye, md.38’den md.44’e kadar olan maddelerin kapsadığı hükümlerin temele yasalar olarak tanınmasını ve hiçbir kanunun […] bu hükümlere aykırı ya da bunlarla çelişir olmamasını ve hiçbir kanun, hiçbir yönetmelik ve hiçbir resmî işlemin söz konusu hükümlerden üstün sayılmamasını yükümlenir”. Yani, Lausanne’ın yukarıda andığım hükümlerine aykırı yasa, kural, vb. çıkaramazsınız.
Biz milliyetçi insanlarız, Lausanne veya uluslararası gelişme dinlemeyiz diyorsanız, akan sular durur tabii. Ama o zaman da AB diye tutturmayı ve Batılı olduğunuzu iddia etmeyi bırakın birader!