Geçen gün, Prof. Kaboğlu’nun Ankara’da Türkiye Barolar Birliği çatısı altında düzenlediği insan hakları sempozyumunda “İnsan ve Azınlık Haklarının Dışarıdan Dayatılması Sorunu” adlı bir bildiri verdim.
Dinleyicilerden epey destekleyen oldu. Buna karşılık iki tanesi, Türkiye’deki uygulamayı eleştirirken fazla sert davrandığımı ima ettiler. Verdiğim örneklerin “önyargılı ve/veya abartılı” olabileceğini belirttiler. Verdiğim örneklerin yanlış olduğunu söyleyebilir misiniz, diye sorduğumda kimse böyle bir şey yapamadı (ki, ilgili resmî kararları tarih ve sayılarıyla vermiştim).
Sonra, öğle yemeğinde bu dinleyicilerden biriyle konuşmak fırsatını buldum. Söylediği mealen şuydu:
“Hiçbir ülke mensubu kendi ülkesini böyle eleştirmez. Aksine, dışarıdan gelen eleştirilere karşı bir kalkan görevi yapar”.
Bunun üzerine ben de mealen şunları söyledim:
“Şaşıracaksınız ama, bendeniz Avrupa Konseyi Irkçılık ve Hoşgörüsüzlükle Mücadele Komisyonu ECRİ nezdinde Türkiye’nin “national officer” yani ulusal görevlisiyim. Görevim, bu komisyonun iki yılda bir Türkiye’ye yaptığı inceleme gezilerinin ardından yazdığı eleştiri raporlarını Türkiye adına yanıtlamaktır. Yani, sizin sözünü ettiğiniz kalkanlığı yapmaktır.
“Ama ben bu kalkanlığı dışarıya karşı yaparken, Türkiye’nin eleştirilmesine yol açan kimi gerçekleri gizleyerek veya çarpıtarak yapmam. Çünkü böyle yaparsam, bırakın bilim adamlığımı, yabancılar bu gerçekleri bizden de iyi bildikleri için zerre kadar etkili olamam. Üstüne üstelik bir de alay konusu oluruz, ben ve ülkem.
“Peki nasıl yaparım; bu tatsız gerçeklerin niye öyle olduğunu izah ederek, onların tarihsel, sosyolojik vs. kökenlerini uzun uzun anlatarak yaparım. Batı’da insan haklarının yedi yüz yıllık tarihi olduğunu, Türkiye’de ise bu sürenin birkaç on yılla sınırlı olduğunu belirtirim. Bunun yanı sıra, Türkiye’nin bu tatsızlıkları aşması için gösterilen kimi cansiperane çabaları ön plana çıkarırım.
“Sizin dediğiniz gibi içeriye karşı da kalkanlık yaparsam, vatandaşlık görevime ihanet etmiş olurum. ‘Türk’ün Türk’e Propagandası’ denen şey benim işim değil; onu yapan yeterince adam zaten var. Ben bir aydın olarak, içeriye karşı kalkan değil ayna tutarım. İnsanlara kendilerini gösteririm. Kimi insanlar kendilerini bu aynada gördükleri zaman irkilebilirler. Hele, kimi örnekleri ilk defa duyuyorlarsa.
“Haa, bunu abartarak yaptığımı söylüyorsanız, üslup olarak abartılı bir üslup kullandığım, yani köşeli ve sivri terimlerle anlattığım konusunda tamamen haklısınız. Ben bunu hem dinleyicileri uyutmamak ve onların uzun süren konuşmalarla dağılan ilgisini toplamak, hem de onları tahrik etmek için yapıyorum. Üniversite hocası olmamın bir sonucudur. Üstü kapalı anlatsam, siz bu tepkiyi göstermezdiniz, geçer giderdiniz. Şimdi eve gidince ister istemez bunları düşüneceksiniz”.
Neyse. Bu mealde bir konuşma oldu işte. Sonradan aklıma geldi; bu kalkan ve ayna örneğinin bir çeşitlemesi de Kılıç ile Saban örneğidir. Hangisinin ülke savunmasına daha çok katkıda bulunduğu tartışmalıdır.
Şimdi, bunları yazarken başka bişey daha geldi aklıma: Farkında mısınız; Kalkan ile Ayna aslında aynı şey. Yani, kalkanın dışbükey tarafını karşıdaki adamın yüzüne tutacaksınız, içbükey tarafını da kendi adamınızın yüzüne.
Kendi kusurlarını kocaman kocaman görsün diye. Görsün de, ufak veya büyük tertip bir şok geçirip, önce kaçınılmaz olarak size tepki duysun, ondan sonra da, yine kaçınılmaz olarak, kendini düzeltsin diye.