Baskın Oran

Budapeşte’de “dilsel haklar” konferansı

Sabah’tan Hıncal Uluç abem gibi ikide bir “Abbas…” diye başlık atmadığım, giderken de yazı bıraktığım için farkında değilsiniz ama, 16-18 Ekim arasında Budapeşte’de yapılan “Dilsel İnsan Hakları” uluslararası sempozyumuna çağrılıydım.

Budapeşte’ye ikinci gidişim. Şubat 94’te, konu yine aynıydı: İnsan ve azınlık hakları. Çünkü Macaristan’ın nüfusu 10 milyon. Komşularında 5 milyon Macar yaşıyor. İçinde de toplam nüfusları 1.2 milyonu bulan dokuz ayrı azınlık var. Medenî ülke, bu soruna ancak içte haklar vererek, dışta da haklar isteyerek çözüm bulacağını biliyor.

Yiyip içtiklerimi ayrıca anlatacağım. Bugün, orada verdiğim bildiriyi özetlemek istiyorum, çünkü konu Türkiye’de Macaristan’dan bile önemli ve güncel.  Başlığı şuydu: “Türkiye’de Azınlıkların Dilsel Hakları ve Küreselleşme”.

Buradan aşağısını tırnak içinde varsayınız.

***

Başlarken, bir yöntemsel not:

Bir ülkede bir azınlık sorunu varsa, ortada en az iki aktör var demektir: 1) Baskı gören (yada gördüğünü söyleyen) azınlık, 2) Baskı yapan (yada yaptığı söylenen) devlet. Bilimde neye baktığınızdan çok, nereden baktığınız önemli olduğuna göre, eğer gerçeği saptamak (ve, soruna bir çözüm bulmak) istiyorsanız her iki açıdan da bakmak zorundasınız..

Türkiye’deki azınlıkların hakları Lozan’ın 37 ilâ 44. maddelerinde yazılıdır. Bu hükümler, Haziran 1919’da yapılan Polonya Azınlıklar Antlaşmasıyla neredeyse kelime kelimesine aynıdır. Şu farkla ki, oradaki “soy, din ve dil azınlıkları” deyimi yerini Lozan’da “Gayrı Müslim azınlıklar” deyimine bırakmıştır. Yani, kendi okulunu kurup orada kendi dilini okutmak gibi haklar, yalnızca gayrı Müslimlere tanınmıştır.

Türkiye bu kısıtlamayı isterken hangi nedenlerden hareket etmiştir?

1) Kuramsal neden: Osmanlı’dan devralınan “Millet Sistemi”nde tüm Müslümanlar aynı millet (ümmet) mensubu sayılırdı. Azınlık deyince, yalnızca gayrı Müslimler kastedilirdi.

2) Yapısal neden: O kadar çok Müslüman etnik grup vardı ki, bunların her birine uluslararası garanti altında azınlık hakkı vermek ülkeyi havaya uçururdu.

3) Siyasal neden: Azınlık hakları, Avrupalılar tarafından Osmanlı’ya müdahale için kullanılan başlıca yöntem olagelmişti.

4) İdeolojik neden: Yeni Türkiye’nin yöneticileri, I. Dünya Savaşından sonra orta ve doğu Avrupa’da yeni kurulan tüm ülkelerin (Çekoslovakya hariç) liderleri gibi çok sıkı milliyetçiydiler. Tıpkı onlar gibi, homogen bir “millet” kurmak ve bunun için de azınlıklardan ve azınlık hakları yükümlülüklerinden kurtulmak istiyorlardı.

Gayrı Müslimlerin bu hakları bugün ne durumda?

Geçmişte ve bugün genellikle saygı gören bu haklar, zaman zaman ciddi ihlâllere uğradı. 1930’larda milliyetçilik atmosferi, 1950’lerde de Kıbrıs sorunu sonucu “Vatandaş, Türkçe Konuş!” kampanyaları yürütüldü. Aralık 1993’te Talim ve Terbiye Kurulu Ermeni okullarında Ermenice’nin kullanımını dolaylı yoldan kısıtlamak istedi. Ama aydınlar öyle bir yaylım ateşi açtılar ki, tükürdüğünü yalamak zorunda kaldı. Bunlar dışında, bu azınlıklar kendi okullarında kendi dillerini okutmaya devam ediyorlar.

Ama, iş burada bitmiyor. Lozan’da dilsel haklar deyince,  bir maddeden daha söz etmek gerekiyor: 39. madde. İki açıdan çok ilginç, çünkü hem yalnız gayrı Müslimlere değil tüm TC yurttaşlarına dilsel haklar getiriyor, hem de Türkiye’de hiç bilinmiyor ve hiç uygulanmıyor.

Md. 39/4”e göre: “Her TC yurttaşı özel ilişkide, ticarî ilişkide, din, basın yada her çeşit yayın konularıyla açık toplantılarda hiçbir kısıtlama olmaksızın istediği dili kullanabilir”. “Her çeşit yayın” dendiğine göre, radyo ve TV yayınlarının da bu kapsama girdiği bence çok açıktır.

39/5 ise şöyle diyor: “Türkçe’den başka dil konuşan TC yurttaşları, mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilirler ve bunun için kendilerine gerekli kolaylıklar (çevirmen vs.) sağlanır”.

Uluslararası güvence altında olan ve hiçbir kanun vs. ile değiştirilemeyen bu hükümler çok çiğnenmiştir. 1930 ve 40’larda köylerde ve kentlerde değil ama, kasabalarda Kürtçe konuşanlara kelime başına 5 kş. ceza yazıldığı o günkü gazetelerde vardır.

12 Eylül darbesinden sonra yapılan ve önceki anayasaların (1921, 24 ve 61) aksine Türkçe’yi “resmî dil” yerine “Türkiye Devletinin dili” ilan eden 82 Anayasasının 26. ve 28. maddelerinde “Kanunla yasaklanan dillerde yayın yapılamaz” denmiştir.

Bu yasaklayıcı kanun (Türkçe’den Başka Dillerle Yapılacak Yayınlar Hakkında Kanun, no.2932) Ekim 1983’te çıkarılmıştır. Md.3’te “Türk vatandaşlarının anadili Türkçe’dir” diyen bu acayip yasanın 2. maddesi ilginç bir hüküm getirmektedir: “Türk Devleti tarafından tanınmış bulunan devletlerin birinci resmî dilleri dışındaki herhangi bir dille düşüncelerin açıklanması, yayılması ve yayınlanması yasaktır”.

Böylece cuntanın hukukçuları, Irak’ın ikinci resmî dilinin Kürtçe olduğunu “ustalıkla” dikkate almış ve bağımsız bir Kürdistan’ın yaratacağı tehlikeyi önlemiş olmaktadırlar.

Türkiye’de, normal olarak, Türkçe bilmeyenlere mahkemelerde çevirmen getirtildiği halde 12 Eylül yönetimi  ne bu geleneğe, ne de Lozan’ın md.39/5’ine aldırmıştır. Askerî mahkemelerde Kürtçe ifade vermek isteyenler (örneğin Mehdi Zana) çeşitli biçimlerde cezalandırılmıştır.

82 Anayasasının bu maddeleri hâlâ yürürlüktedir. Ama anlamları sıfırdır. Çünkü 2932 sayılı yasa 1991’de sivil yönetim tarafından kaldırılmıştır. Kürtler bugün hâlâ Kürtçe radyo ve TV kuramamaktadırlar. Ama uzun mücadelelerin sonunda artık Türkiye’de Kürtçe gazete, dergi, kitap ve kasetler serbestçe yayınlanmaktadır. Tabii, bunların içeriği kovuşturma konusu olabilmektedir, ama bu konumuz dışında.

Türkiye, Kürt yurttaşlarının Lozan’da yazılı dilsel hakları konusunda niye bu kadar sert?

Yerim tükendi. Bildirimin bundan sonrasını isterseniz gelecek haftaya bırakalım. Hem, heyecan olur

Önceki Yazı
Sonraki Yazı