Geçen hafta dedim ki, hayalî bir Yunan “ulusalcı”sının hayalî beynine girerek kodlarını çözeyim, böylece bizim ulusalcıların beyninin nasıl çalıştığını göstermiş olurum, dedim. Bazılarının kafası biraz karışmış.
Bu hafta tersini yapayım. Dinleyenlerin kafasını karıştıran son Genelkurmay basın toplantısının kodlarını çözeyim. Tercüme edeyim.
Kafka’nın ‘Dava’sı gibi
Org. Başbuğ: “TSK demokrasi ve hukuk devleti ilkelerine aykırı personelini içinde barındırmaz. Bunu ben söylüyorum. Genelkurmay Başkanı’nın bu ifadesi en büyük teminattır”.
Tercümesi: Ben söyledim mi inanacaksınız çünkü ben kudretli TSK’nın Genelkurmay Başkanıyım.
Kafka! Tam bir Kafkasal durum bu. Geçenlerde Leylekian’ın lafını yazmıştım: “Evet, Sayın Oran, dedeleriniz Nazi idi!” (R-İki, 24.05.09). Ermeni diasporasının aykırı felsefecilerinden Denis Donikian geçenlerde bu densizliğe karşı bir makale yayınladı. Tek bir paragrafını aktarıyorum ve Org. Başbuğ’un bu sözleri üzerine artık başka yorum yapmıyorum:
“Kafka’nın ‘Dava’ adlı kitabındaki mahkeme, yargılama gücünü bizatihi güçlü oluşundan alan bir güçtür. B. Oran’ı o gün bir Kafkasal kurban haline soktunuz, kendinizi de Kafkasal bir mahkeme”.
Asimetri?
Org. Başbuğ: “TSK’ya karşı medya üzerinden asimetrik bir psikolojik harekât yürütmeye son veriniz. Biz her zaman ve kamuoyu önünde cevap vermekten kaçınıyoruz”.
Tercümesi: Basın üstümüze geliyor. Bazen sahtedir deyip çıkıyoruz; ama çukurda bulunan silah bizimse cevap veremiyoruz. “Sarıkız”lar, “Ayışığı”lar ortalığa saçıldı. Biz bu ülkede asimetrik psikolojik harekât’ın karşı taraftan gelmesine alışık değiliz.
Evet, bugüne kadar bunu hep TSK yürüttü. 27 Mayıs darbesini yaptı; DP’nin gençleri Et-Balık’ın kıyma makinelerine attığı söylendi. 12 Mart darbesini yaptı; şimdi ölmüş olan kıdemli gazeteciler TV’de koca koca örgüt şemaları çizdiler. Ama esas “asimetrik psikolojik harekât”la 12 Eylül darbesinde tanıştık. Gazeteci Ahmet Kahraman, Org. Bedrettin Demirel’e 1988’de soruyor:
“Neden bir yıl önce darbe yapmadınız?” Orgeneralin cevabı net: “Kamuoyu aynı merkeze tevcih edilmedikçe, tasvibi alınmadıkça… Maksat, başka bir kurtuluş yolunun kalmadığını bütün vatandaşlar idrak etsin”.
Tercüme lazım mı? TSK 12 Eylül öncesi olaylarını özellikle önlemedi. Halk iyice yılsın, askeri tek kurtuluş olarak görsün diye bekledi. Başbakan Ecevit olayları önlemek için sıkıyönetimi bütün yurda yaygınlaştırmak isteyince zamanın genelkurmay başkanı Org. Kenan Evren’in cevabı:
“Yapamayız. Elimizdeki kuvvetler yetmez” (Milliyet, 23 ve 29.11.1990). Oysa aynı Org. Evren 12 Eylül sabahı bütün yurtta sıkıyönetim ilan ediyor ve olaylar ertesi günü bıçak gibi kesiliyor.
Şimdi çukurlar açılıp da içinden TSK’ya ait silahlar ve mühimmat çıktıkça, yargısız infazlara ait olduğu DNA testleriyle anlaşılan kemikler döküldükçe (Radikal, 12.02.09), Taraf başta olmak üzere basın TSK’yı sorguluyor. İşte basın toplantısında bunun adı: “Asimetrik psikolojik harekât”.
Astlar üst’ten bağımsız olabilir mi?
Org. Başbuğ: “Askerî mahkemeler tarafsız değil iddiaları çok çirkin, ayıp”.
Tercüme gereksiz; fazlasıyla net. Kendi emri altında olan, sicilini verdiği Genelkurmay askerî yargısının bağımsız ve tarafsız olduğunu söylüyor. Askerlikte ast’ın üst’ten bağımsızlığı? Bu, bizim zekamızla alay etmek gibi bir şey ve geçmişten kimi sözleri anımsatıyor. Benim “K. Evren’in Yazılmamış Anıları”ndan okuyalım:
Zamanın genelkurmay başkanı K. Evren darbeden hemen önce, 15.07.1980 tarihli MGK’da şöyle diyor: “Komutan kendi emrindeki mahkemeye bile söz geçiremiyor”. Karahamza köyünde otlaklarının mahkeme kararıyla başka köye verildiğinden şikayet eden köylüleri 18.02.1986 günü şöyle teselli ediyor: “Ne yapalım, mahkemeler bazen bizim istemediğimiz bir kararı da veriyor”.
Devam edelim. Erzincan 3. Ordu 2 No’lu Sıkıyönetim Mahkemesi’nin 24.01.1984 tarih ve Esas 982/160, Karar 984/5 sayılı kararını görmek istersiniz:
“Bir an için işkence yapıldığı kabul edilse bile, işkence, sanıktan doğru cevap almak için yapılmaktadır. Eğer doğru olmayan, uydurma cevaplar verilirse, işkencenin gayesi doğru cevap almak olduğuna göre, işkence daha da artırılacaktır. O halde, bu durumun sanıklarca da bilinmesi tabii olduğuna göre, bu önermenin mantıklı sonucu, işkenceye maruz kalanın doğru cevap vermesidir. Öyleyse, ifadelerin işkence altında alındığı sabit bile görülse, bu, ifadenin gerçekdışı olduğunu, itibar edilemeyeceğini ortaya koymaz. Şu halde işkence ayrı, işkence sonucu verilen ifadenin doğruluğu ayrı şeylerdir”. Askerî Yargıtay da onamış.
İç kapitülasyon?
Genelkurmay’a bağlı askerî yargı bağımsız değil ama, galiba Genelkurmay Türkiye Cumhuriyeti’nden bağımsız. Adeta “Devlet İçinde Devlet”. Yönetimi bağımsız, terfii bağımsız. Lojmanı, karargâhı bağımsız; emniyet ve sivil yargı giremiyor. Yargıtay’ı Danıştay’ı kendi emrinde. Şer’i yargı-laik yargı ikibaşlılığı olmuyor da, askerî yargı-sivil yargı ikibaşlılığı nasıl oluyor?
Dahası, bütçesi bağımsız; hiçbir kurum denetleyemiyor. 07.05.04’teki Anayasa değişikliğine göre Sayıştay tarafından denetlenecekti, ama uygulanamıyor. Çünkü gerekli yönetmeliğin çıkartılabilmesi için MSB onayı lazım.
Bütün bunlar geliyor, Org. Başbuğ’un şu sözlerinde düğümleniyor: “TSK’nın haksız yere yıpratılmasını aynı zamanda ülkemizin bir beka sorunu olarak görüyoruz”. Bu sözlerin orijinal patenti XIV. Louis’de tabii: “L’Etat, c’est moi/Devlet Ben’im”.
Askerî yargıyı denetlemek bir yana, bir de normal yargıyı etkilemek olayı var. “Bu belge dediğiniz bir kağıt parçasından ibarettir” diyor. “Belge”yle ilgili konu yargıya intikal etmişken, Albay Çiçek savcılığa çağrılmışken bu “yargıyı etkileme” olmuyor mu? Bunu cezalandıran TCK 277 ve 288’e girmiyor mu?
Bütün bu durumlarda Türkiye Cumhuriyeti’nin “bölünmez” egemenliği nerede kalıyor?
Egemenlik dışa karşı eşitlik, içe karşı bölünmezlik demektir. İki soru geliyor insanın aklına:
1) Askerî yargı bir tür “iç adlî kapitülasyon” değil mi? Biz dış kapitülasyonları Lozan’da kaldırmışken, askerî darbeler sonucu içeride mi verdik? Üstelik, dış adlî kapitülasyonlar sadece yabancılar içindi, Türkleri yargılamıyordu. Askerî mahkemeler sivil Türkleri de yargılıyor.
2) TSK, devlet egemenliğini böleceği gerekçesiyle AB’ye itiraz ediyor; bu durum bölmüyor mu şimdi? Egemenliğin bölünmesi olayı mı önemli, kimin böldüğü mü?
TSK yol ayrımında
Şimdi toparlayalım.
Org. Başbuğ artık TSK’nın eski TSK olmadığının, olamayacağının farkında. Çünkü hem iç hem dış ortam tamamen değişti. Türkiye’de her saniye güçlenen bir Sivil Toplum var artık. ABD’yi TSK’ya muhtaç eden Soğuk Savaş da bitti, onu devam ettiren Bush yönetimi de. Honduras’daki son darbeye en başta ABD tepki gösterdi. Artık “sert güç” bitti; gün “yumuşak güç” kullanmayı bilenin.
Dünün darbe yapıveren, muhtıra veriveren TSK’sı bugün artık ll. Dünya Savaşı ertesinin B. Britanya aslanı gibi. Aynen onun gibi, saygınlığını koruyabilmek için kendini Yeni Dünya’ya uyarlamak zorunda.
Org. Başbuğ’a sempati duyuyorum; çok zor bir zamanda, tam bir geçiş döneminde göreve geldi. Cuntacılıkla ilgisi olmadığını biliyorum. Ama onun da şu kuralı bilmesi gerekiyor: “Bir küçük hatayı büyütmenin en kestirme yolu onu müdafaa etmektir”. Kaldı ki hata küçük değil. Bazı silah arkadaşlarını cunta yollarında yalnız bırakmak zorunda.
Org. Başbuğ ve TSK gerçekten yol ayrımında. Başbuğ ya 14 Nisan basın toplantısında “Türkiye halkı” ve “alt-üst kimlik” gibi terimleri kullanarak kapısını araladığı Yeni Dünya’ya dümen kıracak yahut bu 26 Haziran basın toplantısındaki gibi Eski Dünya’da demir atacak. Ya o, ya bu.
Albay Çiçek “jet tahliye” edildi. Buraya yazıyorum, bu TSK için bir “Pirus Zaferi”dir. Kazananı bir biçimde eriten zafer.