Ülkede en çok “dinlemesi” ve en az konuşması beklenecek kişi yani MİT Müsteşarı Emre Taner bir demeç verdi. Ama meslek alışkanlığı şifreli konuşmaya alışmış olacak ki, herkes Sayın Müsteşarın ne dediğini birbirine soruyor. Bendeniz, hayatımda, “körlerin fili tarifi”ne bu kadar müsait konuşma pek duymadım.
Sayın Taner’in saptaması tabii ki çok doğru. Zaten en azından 1996’dan beri Mülkiye 2. sınıfta okutuyoruz: Küreselleşmenin getirdiği muazzam değişiklikler nedeniyle ulus-devlet zayıflamaktadır, varlığını bu modelle sürdürmesi mümkün değildiiiir.
Ama, Taner’in öne sürüp hemen hızla geçtiği temel çözüm doğru mu, orası kuşkulu: “Bekle-gör olmaz, savunmada kalınmaz”. Sanki, bir istihbarat bürokratı olan Sayın Müsteşar, temel dış politika değişikliği öneriyor.
Bu türden bir dış politikanın adı, kara kaplı kitapta “anti-statükocu” diye geçer. Oysa, bizim dış politikamız fevkalade statükocudur. Berbat coğrafyamız gereği bunun böyle olduğunu, bunun Osmanlı’dan ve hatta Bizans’tan beri böyle sürüp geldiğini ve gelmek zorunda olduğunu, bu ihtiyatlı politikanın en somut sloganının da aklı iyice başında biri tarafından “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” olarak formüle edildiğini vs. yine Mülkiye’de fî tarihinden beri okutmaktayız. Türkiye’de yaklaşık 35 üniversitenin ders kitabı “Türk Dış Politikası” da, bunların nedenlerini ve kanıtlarını uzun uzan anlatır. Yani, bunlar bilinen şeyler.
***
Sayın Müsteşar Taner, bu “temel çözüm”ünü uygulamak için şunları gerekli görüyor: 1) Güçlü bir ekonomi, 2) Kusursuz bir dış politika, 3) Caydırıcı bir ordu, 4) Bunlara destek verecek sağlam bir istihbarat.
Bunlar çok ideal şeyler ama, aması var. 1’in nasıl sağlanacağı ciddi merak konusu. 2’nin nasıl bir şey olduğunu (ve ayrıca 1 olmadan nasıl olabileceğini) bendeniz bilemiyorum. 3, dıştan gelecek saldırılara karşı olmak şartıyla, tabii ki çok iyi. 4 de çok mantıklı.
Yüzyıllardır uyguladığımız ve bugüne kadar vahim hiçbir hata yaptırtmamış statükocu dış politika stratejimizi hangi somut sebepten dolayı değiştireceğimiz ise, demeçte belirtilmemiş.
Belirtilmeyince, insanın aklına mecburen K.Irak’ta fiilen kurulan Kürdistan geliyor. Eğer buysa ve “bekle-gör olmaz, savunmada kalınmaz” bunun için denmişse, biraz sakin olmakta yarar var.
Çünkü burada insanlar kalkar, statükocu dış politikanın alternatifinin maceracı dış politika olduğunu, Sayın Müsteşarın macera önerdiğini söyleyebilir. Bir başkası çıkar, Sayın Müsteşarın amacı seçim öncesi AKP hükümetini sıkıştırmaktır, diyebilir. Bir başkası kalkar, RTE’yi cumhurbaşkanlıktan vazgeçirme planının bir parçasıdır bu konuşma, buyurur. Genelkurmay konuşturtuyor, diyen çıkabilir. Elalemin ağzı torba değildir. Konuşma bu kadar flu olunca, bütün bunlar akla gelebilir. “Kırmızı Çizgi”lerin daha önce konup konup kaldırıldığı bir ülke olduğumuz ise apayrı bir husustur.
Onun için, Sayın Taner tekrar konuşmalı ve neyi kastettiğini net biçimde açıklamalıdır. Bir basın toplantısı yapmalıdır.
***
Türkiye kendi Kürtlerini 80 yıldır asimile etmeye çalışıyor. Çok geç artık.
O zaman, asimile edemiyorsak memnun edelim. Diyarbakır’da Sur Belediyesi fiilen almasına mahal bırakmadan, halkla halkın anladığı dilde temas kurmaya en baştan biz devlet olarak yasayla izin çıkaralım. İsteyene istediği dili, aynen din dersi gibi, seçimlik okuma olanağı sağlayalım. Zaten bu memlekette bütün ilerlemeler tepeden gelmez mi? “Ağalık almağınan değil, vermeğinen olur” atasözümüz mevcut değil mi?
Bir de, “başkalarının Kürtleri”nin, eğer bunları yapmazsak “bizim Kürtlerimiz” için cazibe merkezi olabileceği gerçeği yok mu?
Karşılığında da, Kürtlerimiz, Türkiye Cumhuriyetine ve onun simgelerine (resmî dil, devletin adı, bayrağı, sınırları, vs.) sadakatlerini net bir biçimde ifade edeceklerdir. Etmezlerse, onlara en önde bendeniz gibiler karşı çıkar ve onlarla mücadele eder. Tek etkili olabilecek mücadele türü de sadece budur.
***
Mesele keşke yalnızca Kürtler meselesi olsa. 1936 Beyannamesi deyip gayrimüslimlerimizin vakıf mallarını devletçe 35 yıldır resmen gasp edegeldik, bakınız bugünkü haberlerde (9 Ocak 07) Strasbourg mahkemesi ne karar vermiş ve gerisi de gelecek. Bunun buraya varmasının “Allahın emri” olduğunu en azından bendeniz bin defa yazdım (en azından 2000 yılından beri yazıyorum; ör. bkz. www.baskinoran.com, yazı no. 16, 113, 213, 274, 316). Eminim, Strasbourg’daki Daimi Temsilciliğimiz de Bakanlığa bin defa kriptolamıştır. Şimdi, hadi bakalım “Ben egemen ülkeyim, dinlemem” deyiniz.
Egemenliğin baş koşulu olan meşruiyet, ancak sürekli adalet uygulamasıyla mümkündür. Vermeden almak, hiçbir kimsenin veya kurumun harcı değildir. Dışta güvenlik, ancak içte meşruiyet varsa sağlanabilir (yoksa, 30 yıldır tüm dünyaya bağımsız devlet diye ilan ettiğimiz KKTC’nin, Türk Genelkurmayına bağımlı olduğunu kanıtlamaya çalışarak değil).
Ama maalesef, bu çok basit kurallar 1930’lardan kalma “ulusalcı” zihniyet için anlaması zor, isyan etmesi kolay şeylerdir.