Yurtdışından dönüyorum, uçakta 9 Kasım tarihli Hürriyet. Aynı sayfada, aynı konuda, yanyana iki haber: Hatice Hasdemir Şahin, türbanını çıkarmadığı için Yargıtay’da duruşmadan çıkartılmış. Haberlerden birinde “türbanlı avukat” diye geçiyor, diğerinde “türbanlı sanık”. Sanık mı, avukat mı. Anlaşılmıyor. Muazzam önemli; çünkü avukat olarak mahkemeye türbanla çıktıysa ve atıldıysa başka şey, sanık olarak çıktıysa ve atıldıysa bambaşka bir şey.
Eve geliyorum, birikmiş gazetelerden 7 tarihli Radikal’de buluyorum: Bu hanımın mesleği avukatlık. Fakat duruşmada bulunuşunun nedeni bir “görevi kötüye kullanma” davasında sanık oluşu.
* * *
Daha önce de defalarca (ör. 29 Kasım 2002 tarihli Agos’ta) yazdım: Türkiye, feodalizmi yaşamış ve tam olarak tasfiye edememiş bir devlettir. Onun için, devlet’in din’den çekinmesi, bu yüzden onun üzerinde bir denetim kurması, bu arada da din’in kullandığı simgeleri kimi durumlarda yasaklaması tamamen doğal ve gereklidir. Bizans’tan ve Osmanlı’dan devralınmış geleneğe de fevkalade uygundur. Din, iktidara talip olduğu sürece, bu devam eder.
Yalnız, işi tadında tutmak şartıyla. Bu “tat” da, devlet’i temsil eden kişileri denetlemekle sınırlıdır. Devleti temsil etmeyen kişilerin dinsel simge taşıyıp taşımadığına veya nerede taşıdığına devlet karışamaz. Karışmanın sonu gelmez. Ondan sonrası laiklik diktatörlüğüdür. Her diktatörlükte olduğu gibi, yaptığı baskı eninde sonunda kendisine karşı dönüverir. Dönüyor da.
Bir “kamu alanı” kavramı ortaya atıldı. Kamu alanında türban takılmaz, dendi. Yanlış. Bu alanın saptanması ve sınırlanması mümkün değil. Sokak da, nihayet, kamusal alan. Onun yerine, kaç kere yazdım, kamu hizmeti “veren” ve “alan” ayrımı yapılmalıdır. Prof. Türker Alkan’ın geçenlerde Radikal’de kullandığı lakoniki (az sözle çok şey ifade eden) terim daha da akılda kalıcı: “Kamu Alanı” yerine “Kamu Ajanı” (yani, kamu memuru) kavramını öneriyor. Aynı kamu alanında, PTT’de, pul satan kadın türban takamaz ama pul almaya giden kadın ister sutyensiz gider ister türbanlı. Bu açıdan, üniversite hocası takamaz çünkü kamu hizmeti “veren” birisidir; ama öğrencisi takabilir çünkü kamu hizmeti “alan” birisidir. Şimdi gelelim yargıçlarımıza.
* * *
Eğer Hatice H. Şahin mahkemede avukat olarak bulunsaydı, avukatlar kamu görevi yaptıkları için yargıcın onu duruşmaya sokmamak hakkıydı. Ama sanık olarak duruşmadan asla atmaması gerekirdi. Cidden “kutsal” olan savunma hakkını ortadan kaldırmaması gerekirdi. Hukuka bu denli darbe vurmaması gerekirdi.
Hadi diyelim, Yargıtay 4. Ceza Dairesi başkanı kişisel bir eylemde bulundu ve bu bütün Yargıtay’ı bağlamaz. Ama Yargıtay’ın kendisi sabıkalı: Balıklı Rum Hastanesi Vakfı yöneticilerini “Türk olmayan” diye niteleyen kararlar, hatta Hukuk Genel Kurulu kararı verdi (HGK E:1971/2-820, K:1974/505, 08.05.1974). Oysa bunlar Rum Ortodoks mezhebinden TC yurttaşlarıydı. Bir yanda Türk’ün tanımını anayasaya rağmen din’le yap, öte yanda laiklik adına sanığın savunma hakkını engelle; olacak şey değil. Hani Anayasa Md.66’ya göre “Türk devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk” idi?
Peki, idari yargı? İstanbul 2 Numaralı İdare Mahkemesi yine bir Rum Ortodoks yurttaşımız hakkında hangi terimi kullanıyor, söylesem inanmazsınız: “Yabancı uyruklu TC vatandaşı”! (E:1995/1271, K:1996/552, 17.04.1996). Hani ya, Mülkiye’nin herhangi bir sınıfında bunu söyleyen öğrenciyi öyle bir yaparlar ki, bir daha okula uğrayamaz. Üzülerek dahasını söyleyeyim: İdare Mahkemesi kararının temel dayanağı olan bu acayip terim, Danıştay’ın 12. Dairesine getirildiğinde, temyiz nedeni sayılmamış ve mahkemenin kararı oybirliğiyle onaylanmıştır (E:1997/2217, K:1997/4256, 24.12.1997).
Ya Anayasa Mahkemesinin insan hakları anlayışı? Yüksek mahkeme çok önemli bir kararında, önce, şöyle demektedir: Bir ülkede farklı kimlikler olduğunun ve “azınlıklar bulunduğunun ileri sürülmesi” suç değildir. Yeter ki, bu azınlıklar için “özel bir hukuksal güvence tanınması gerektiği” de ileri sürülmüş olmasın.
Fakat bundan sonraki paragraf bambaşka ve çok sakıncalı bir mantıkla devam ediyor: Azınlıkların bulunduğunu ileri sürmek, “azınlık yaratmak” deyimiyle çok sıkı ilişki halindedir. Yani “kimi vatandaş gruplarında azınlık hukukundan yararlanmaları gerektiği düşüncesini yaratmaya çalışmak, kuşkusuz, ülke ve ulus bütünlüğüne aykırı düşer”. Yani, Anayasa Mahkemesine göre, farklı kimliklerin yani azınlıkların bulunduğunu ileri sürmek bölücülüktür ve cezalandırılır (TEP kapatma kararı, E:1979/1, K:1980/1). Doğrusu, bu kadarı, ister istemez ünlü fıkrayı çağrıştırıyor: Sen bana hava bulutlu dedin, bulut olunca yağmur yağar, yağmur yağınca göl olur, gölde ördekler yüzer, sen bana Ördek Hayri dedin.
27 Haziran 2003 tarihli Agos’ta yazmıştım: Mayıs 2003’te Doç. İ.Dağı ve Doç. M.Toprak’ın yaptıkları bir bilimsel anket, insan hakları ve ifade özgürlüğü gibi canalıcı konularda yargı mensuplarımızın Türkiye toplumunun epey gerisinde kaldıklarını gösteriyordu. Onlar sahaya çıkıp araştırdılar, ben masa başında araştırdım. Maalesef ikisi birbirini tutuyor. Yargı mensuplarımızın oturup insan hakları tutumlarını biraz sorgulamaları, Atatürk’ün sözünü ettiği “Muasır Medeniyet”e erişmenin belki de en önemli adımı olacak.
Bilinen hikayedir; ortaokulda öğretmişlerdi: Prusya Kralı Friedrich II (“Büyük” veya “Eşsiz”; 1712-1786) bir oduncunun kulübesine avda kullanmak için el koymak istediğinde oduncu “Berlin’de yargıçlar var” diye diretmiş ve kulübesini kurtarmıştı. Biz de 21. yüzyılda aynı şeyi Ankara için söyleyebilecek duruma gelebilmeliyiz. Yargıçlarımız bizden bunu esirgeyemezler.