Baskın Oran

“Amstel Barajı”

“Kurşun gibi ağır” havayı biraz dağıtalım. İstanbul’da iki havranın bombalanması gibi rezil bir ortamda bir “kaçış” yapalım. Geçen hafta bir AB-Türkiye İlişkileri toplantısı için gittiğim Amsterdam’ı yazayım.

Hollanda, AB’nin önümüzdeki dönem başkanı. Adamlar ciddi oldukları için şimdiden hazırlık yapıyorlar. Çeşitli ülkelerden bürokrat ve bilim adamlarını üç günlüğüne topladılar. Ben de “AB-TC İlişkilerinde Jeostrateji Öğesi” konulu bir bildiri verdim. Ama ciddiliğe sapmayalım; size Amsterdam’ı anlatmaya dönüyorum.

Kente giriyoruz. Sokaktan çok, kanal geçiyoruz. Rahatça akan trafik, bir köprüde tıkanıyor. Bir baktık, önümüzde koskoca bir duvar yavaş yavaş yükseliyor. Meğer kanaldan bir tekne geçiyormuş, onun için köprü açılıyor. Geçti ve köprü indi, biz de devam ettik. Sordum: “Bunlar hep böyle geçer mi? Niye geceyi beklemezler?” Bir cevap verdiler ki, hemen sesimi kestim: “Tekneler, otomobillerden önce vardı”. Nelere uygulanmaz ki böyle cevap.

Bir saat öteden bizi görmeye gelme zahmetine katlanan dostumuz, yaşayan en önemli Kürdolog Martin van Bruinessen ertesi gün anlatacak: Amsterdam, Amstel Irmağı Barajı demekmiş; hiç düşünmemiştim. L yerine R koyunca, malikiyet eki oluyor. Bu barajlar sayesinde denizden kazanılan polderler deniz düzeyinin altında olduğu için, akaçlama sularını pompalayarak denize boşaltıyorlar. Pompalamayı, eskiden, Hollandalı ressamların pek çizdikleri o yel değirmenleriyle yaparlarmış.

Kentin önemli bir bölümü ahşap kazıklar üstünde. Bu yaz çok sıcak geçtiği için kuraklık olmuş. Kimi kazıkların başı su yüzüne çıkınca, çürüme tehlikesi başgöstermiş. Bu durumda, oksijenle temas edeceğine tuzlu suyla temas etmesi daha az zarar verir diye, bu sefer de denizden içeri deniz suyu pompalamışlar. Akaçlanarak kurutulmuş kil toprak üstüne yapılmış o eski evlerden birçoğu eğri. Tabii, evin içi de eğri. Çocukların topları bıraktığın yerde durmuyormuş.

Otelimiz fiyakalı. Eski belediye sarayı. Bavulları bırakıp hemen dolaşmaya çıkacağız. Evropa görmüş bir zat olarak, kentin en civcivli yerini, yani katedral meydanını resepsiyona soruyorum. Adamcağız önce boş boş bakıyor, sonra: “Bilmem? Bizde katedral var mı ki?”. Önce şaşırıyor, sonra şarj ediyorum: Tüccarlığın ve dolayısıyla Protestanlığın öz beşiğindeyiz. Burası Fransa veya Almanya mı? Katolik ülkede değiliz ki Katolikliğin merkeziyetçiliğini simgeleyen katedral ve büyük meydanı olsun! Buranın büyük meydanının adı Dam (“baraj”). Başlıca anıtı da katedral değil, kraliyet sarayı. (Tabii, hemen aklıma bizdeki “Fener, Vatikan Olmak İstiyor”cu aklıevveller geliyor. Kardeşim, Vatikan ancak Katoliklikte olur. Ortodoksluk ve Protestanlık, yere saçılmış leblebi gibidir).

Katedral dedik, bir de tersini anlatalım. Meğer, otelimizin 150 m. ötesi o biçim evler imiş. Turla da gezmenin mümkün olduğu bu kırmızı fenerli mahallede dükkanlar küçük pencereler biçiminde. Her pencerede de, mor ötesi ışık altında, ayakta durup müşteri bekleyen bikinili âhular. Feyhan beni bi gün öldürecek; “Bu zavallılar ayakta varis olacaklar” diyor. Her yanda, talep erbabı için faideli tabelalar: “Real Fucking”, “Live Show”, “2 Hot 4 You”, “Kamer te uur” (saatlik oda). Bir tanesi de arz erbabına hitap etmekte: “Kiralık Pencere”. Çok sayıda sivil polis gezdiği için son derece güvenilir olduğu söylenen mahallenin müzesi de var: “Haşiş, Marihuana, Kenevir Müzesi”.

Esrar’dan başlayalım. Malum, bu kentte bu meret serbest. “Coffee Shop” yazdı mı, mönüsünde envai çeşit esrar bulunan kafe demek. Seçip ısmarlıyorsun, ama kaldırımdaki masalarda değil içeride içiyorsun. Sadece iki kafe gördüm, kapılarında “Burada uyuşturucu içilmez. İçen hemen dışarı çıkartılır” yazıyordu. Koskoca dükkanlar var, sırf uyuşturucu almakta kullanılan imbik, kaşık, nargile vs. gibi malzeme satıyor. Ünlü Çiçek Pazarında devasâ reyonlarda hint keneviri (cannabis) fidanı ve tohumu. Sonuç, diyeceksiniz. Yurt dışından içmeye gelenlerle esrar tüketimi artmış. Ama eroin gibi “sert” uyuşturucular çok azalmış. Zaten amaç da buydu.

Müze’den devam edelim. Sayısız. Önemli olan şu ki, her tablonun veya objenin altında iki dilde açıklama var. Ör. İşkence Müzesinde giyotinin altında yazıyor: “Dr. Joseph Guillotin’in icadı. Fransız Devriminin rasyonellik ve eşitlik ilkesinin simgesi”. Rasyonellik, çünkü acısız ve çabuk kesiyor. Eşitlik, çünkü herkese uygulanıyor. Kent Müzesinde iki kocaman tablo var alt alta asılmış. Üstteki: 1650’lerde Dul ve Yetimler Fonunu (zengin burjuvalar, salgın hastalıklardan sonra böyle fonlar kurmuşlar) hortumlama skandaline adı karışan üç kent yöneticisi. Alttaki: Skandali ortaya çıkaran yeni yöneticiler. Ayaktaki zat, (açıklama olmasa fark edemezsiniz) eliyle duvardaki bir yazıyı göstermekte: “Vigilate Juste” (Uyanık ve Dürüst Ol!). Yine açıklamadan öğreniyoruz ki, bütün bu adamlar resimlerinin yapılması için 100’er Gulden ödemişler, o devirde. Hatta, aşağıdaki tablodaki duvarda madalyon biçiminde bir resim asılı, o muhterem de parayı bastırmış. Yani, bir ressamlar cennetiymiş Amsterdam. Dinsel konulu başka bir tabloda, mucizevi bir yıldızı izleyerek doğudan Beytlehem’e gelen ve yeni doğmuş İsa’ya secde eden Müneccim Kralların niye üç kişi olduğu, genellikle İsa’ya sunulan üç armağanla (altın, günnük, mürrüsafi) ilişkilendirilmişken, burada şöyle izah ediliyor: Üç kıta ve insanın üç yaş dönemi.

600 köprülü Amsterdam her saatte cıvıl cıvıl. Avrupa’nın en genç nüfusunun burada olduğu söyleniyor. Hemen sevivermemek mümkün değil. Ama iki önemli kusuru var: Kredi kartı pek az yerde geçiyor ve sigara her yerde içiliyor. Eh, burası da uygarlaşacak elbet.

Önce THY bir uygarlaşsın da. Batı Avrupa uçuşlarında yemekten önce içki servisi yapardı, ne giderken yaptı ne gelirken. Gelirken sordum, hostes ezildi büzüldü, şunları arka arkaya söyledi: Kabin memurumuz eksik, uçuşumuz üç saatten fazla yazıyor ama daha az sürecek, isteyen olursa veriyoruz. Uzattık, bir de şunu söyleyip bitireyim: Önümdeki muhterem, ben hostesle konuşurken dönüp ne dese beğenirsiniz: “Beyefendi, beni rahatsız ediyorsunuz!”. Hakkına çok sahip çıkar benim insanım, koçum…

Önceki Yazı
Sonraki Yazı