Efendim, daha tanışalı 5 ay anca olduğu için bilmeyebilirsiniz; bendeniz her yıl bu zamanlarda, iki elim kanda olsa, okuyucularıma bir Bodrum raporu yayınlarım. Galiba söylemiştim, eşim Feyhan (kendi deyimiyle “doğma-büyüme”!) Bodrumludur ve yaz aylarını burada geçiririz. En verimli ve en yorulmadan çalıştığım zaman dilimidir.
Size buradaki günlük programımla başlayayım. Ama daha önce, kim olduğumu söyleyeyim. Tabii ki B. Oran falan değilim burada; kim naapar Bodrum’da B. Oran’ı? Nasıl Feyhan Ankara’da “Baskın’ın karısı” ise, ben de burada “Feyhan’ın kocası”yım. Daha aslını isterseniz, “Derviş Bey’in damadı”yım.
Derviş Bey eskideeen burada belediye başkanıymış. 18 yıl yapmış. Ben tanımak mazhariyetine eremedim; dinlediklerimden çıkardığım, son derece ilginç bir adammış ve çok da sevilir sayılırmış. Günde beş vakit namaz kılarmış, ama genellikle akşamları eve gelmeden limandan biriyle (telefon ne gezer!) eve haber yollarmış: “Karaizmarit aldım, hanım kambille’yi ocağa koyuversin!” Kambille dediği, Bodrum’a özgü favadır (bir tür yabani bezelye; balığın pezevengidir, akşamdan ıslatmaya gerek yoktur, şeker de istemez. Karaizmarit de yine buraya özgü küçük balık; bir nefaset!). Bu demekmiş ki, limanda balıkçılar bırakmadılar, elime rakıyı tutuşturdular! Kimse sormazmış ya, soran olursa, “Rakıyla namazın ne alakası var? Sarhoşsan, o başka” dermiş.
Her gece ben çalışmayı bırakınca, ki normalde 02’dir, limana kadar gidip geliyoruz, daha önce dikkatimi çekmemişti, Kef Bar’ın geçen yıldan beri boş olan yerini incik-boncukçu tezgahçılar tutmuş. Laf oradan açıldı, yahu Kef Bar niye böyle bir yeri boşalttı diye soracak olduydum, “Deli Pembe uğraştı, çıkarttı!” dediler. Bu Deli Pembe’nin evi barın sağ yanındadır, kendisini henüz görmek nasip olmadı ama, iyi tanıyorum ve hiç şaşırmadım. Derviş Bey’in belalısıymış. Her sene balkonunu standart otuz santim yola doğru uzatır, Derviş Bey de geçerken görünce: “Pembe Hanım, yine çıkma yapmışsın, bunu yarına kadar yıktır yoksa ben adam gönderirim” dermiş ve de mecburen gönderirmiş (o dönemlerde kaçak inşaatlar yıkılırmış efendim). Deli Pembe de, Derviş Bey’in her geçişinde yine standart olarak dışarı fırlar, başlarmış arkasından bağırmaya:
“Reis Bey, Reis Bey! Senin yanına bırakmeycem! Seni Ankaralara kadar gidip İnönülere şikayet etçem!” (Yıl 1950’lerin sonu. Pembe Hanım İnönü’yü hâlâ cumhurbaşkanı sanıyor). Derviş Bey güler, yoluna devam edermiş, ama karşı evden Ümriyânım fırlarmış bu sefer: “Sen o adama laf söyleycek kadın mısııın! Böyle adam var mı Bodrum’daaa!”. İşte böyle.
Ne diyorduk, günlük program diyorduk. Sabah 11’de kalkıyoruz. 12.30’a kadar gazete mütalaası ve kahvaltı. Bitince, bahçedeki çalışma kulübeme iniyorum; 17.30’a kadar Türk Dış Politikası kitabı üzerine çalışıyorum. Oradan, doğru Paşatarlası plajına, Feyhan’ın yanına, 19.30’a kadar. Her gün 1 km kadar yüzüyorum, belime kışın çok iyi geliyor. Yüzmek dedikse, İzmir’de ve burada “kız yüzmesi” derler ya, kurbağa gibi, ondan işte. 22’ye kadar önce balkonda tuzlu leblebi eşliğinde ikişer tek, arkasından yemek. Yine kulübeye iniş, 02’ye kadar. Hiç yorulmadan, olağanüstü verimli. 02’den sonra limana kadar yürüyüp birer adaçayı içiyoruz dediğim gibi, müthiş dinlendiriyor.
Sadece dinlenmek için değil tabii. Giderken o kadar değil de, 04’e doğru dönerken Bodrum kıvamını bulmuş oluyor ve yazarınız işte asıl o zaman gözlemlerini yapıyor sizin için. Her şey sizin için benim sevgili okuyucularım; kendim için bakıyorsam namerdim. Genel tablo, geçen hafta değinip geçtiğim Komi Türk Oğlan-Overlokçu İngiliz Kız muhabbeti. Envai çeşidiyle. Bu yılın özelliği, üstsüz güneşlenenlerin azlığına karşılık inanılmaz sayıda ve derecede güzel kız bolluğu ve bir de transseksüellerin (sadece travesti de olabilirler; o kadar yakından bakamadım henüz) hayret verici çokluğu. Yıllık kongreleri falan olmalı.
Bu yıl bizim açımızdan büyük olay, evden 200 m. ilerde, Kumbahçe parkının önünde mahalleden iki balıkçının açtığı lokanta. Enfes çekiçte zeytin, kabak çiçeği dolması (bilmiyorsanız bigün anlatırım, özeldir, bende çok güzel ve hazin anısı da vardır), fava, ahtapot salatası, karides salatası, hardal otu, roka, rakı, sıcak olarak da karaizmarit! Haftanın iki gecesi programı bozup gidiyoruz, dört kişi tam doymacasına yirmi milyon falan. Evde yapsan daha pahalıya gelir. Üstelik, saat 02’de tam sizin için gözleme çıkıyorum, “Baba” servisi artık kapatmıştır ve kendine açmıştır, bağırır: “Gel! Bi duble kap da git!”. Ben de dönüşte Baba’ya, Haydar’a, İsmet’e Karadeniz fırınından pasta falan getiririm bazen.
Dün gece yanımızdaki masada enfes bir çift vardı. Çilli teyzem, nasıl pür makyaj, nasıl gözlerini kısıp emiyor o cigarayı, kıpkızıl saçlarının dibini beyaza boyamış, herhalde son moda, nasıl götürüyor kadehleri, görmeniz lazım. Yanında amcam, o da canım benim, teyzem soruyor: “Ayol, sen nasıl bildin de yukarı geldin?” Amcam yanıtlıyor: “Seni ben götürdüm ya!” “Yok, yok, sen götürmedin!” Teyzemi biraz önce merdivenlerden üç kişiyle anca çıkardılar tuvalete, mevzu o. Ben mest olmuş bakıyorum bu iki sevgiliye, Baba yanıma gelmiş mütemmim malumat sunuyor: “Her akşam 4 tane içip öyle gidiyor, dolu nah!” Nah dediği, parmağıyla bardağın ağzına yakın biyeri işaret ederek. Teyzem “Şu masaları açsınlar da dans edelim!” diyor. Amcam soruyor Haydar’a, “Açabilir misiniz, diyor, dans etmek istiyor!” Baba gözüme bir baksa yalvarmak gerekse de açtıracağım ama, bakmadan müdahale ediyor: “Yok! Olur mu öyle şey!”. “Bak, sana söyledim, olmazmış” diyor amcam okşar gibi teyzeme. “Neden olmuyormuş amaa?!”
Adı, adresi mi? Yok kardeşim, adı falan. Onların reklama ihtiyacı yok, benim de bunun böyle devam etmesine ihtiyacım var. Okursunuz, gidersiniz, orayı da İstanbulluların gittiği her yere benzetirsiniz. Kalsın. Siz Cafein’e gidin, Havana’ya gidin, Günay’a falan gidin; Berk sizde hazımsızlık yapar. Bakın Günay’a geçen gün biz de gittik, Fedon Adnan Şenses’i, Nükhet Duru’yu, Muazzez Ersoy’u vee, Küçük Onur’u da sahneye çıkarttı.