Baskın Oran

Sakız ve Çiçek üzerine bir Bodrum masalı

Bu öykü üç yıl önce başlıyor. Ekim 97’de Aydınlık’ta bir yazı yazmıştım; okumuşunuz çıkacaktır: Sakızcı. Özeti şöyle bişeydi:

O’na ilk defa sabah yürüyüşlerim sırasında rastladım. Küçük bir kutu içinde tanesi yirmi beşe Falım sakızı satıyordu Azmakbaşında.

Esmerdi. Kısa kıvırcık saçları bikaç kâkülle alnına dökülmüştü. Kara karşı kara gözlü, enikonu yakışıklı çocuktu. 20 yaşlarında kadardı. Göğsü genişti, kolları güçlüydü.

Onurluydu. Bir gün geçerken, İngiliz kızlarından biri ona para verdi ve sakız almadan yürüdü. Sakızcı atıldı, kızı bileğinden yakaladı, kafasını “Olmaz!” gibilerden şiddetle iki yana salladı, bir avuç sakızı zorla kızın eline doldurdu.

Sonunda konuştum. Yoğun bir doğulu aksanı. Seninle konuşalım, ben gazetede yazıyorum, seni yazayım, dedim.

“Resim almak yok ama!” diye ciddileşti birden. Tamam, ben zaten gazeteci değilim, dedim. “Resim almak yok ama!” diye tekrarladı yine. Tamam yahu, dedim, yazıyı sana da yollarım.

Uzatmayalım, olmadı. Tatil bitti, dönüyoruz, geçerken vedalaştım. “Bakarsın gelecek yaz burda olmam” dedi. “Neden? Hani kazanıyordun? Buradan iyi yer mi bulacaksın para kazanmak için? Nereye gideceksin ki?” dedim. “Memleketime, Diyarbakır’a” dedi. “Oralar karışık şimdi, ne yapacaksın gidip?” dedim. “Dün bi abi geldi. Almanya’da duruyomuş. Arkadaşlarıyla konuşmuş. Aralarında para toplayacaklarmış. Bana iki bacak yaptıracaklarmış. Yaptırırlarsa, mutlaka memlekete bi gider görünürüm öylece” dedi.

İki ayağının da diz kapağından aşağısı yoktu çünkü.

* * *

Aydınlık’daki öykü burada bitiyordu. Ama sonra devam etti.

Sakızcı’ya Ankara’daki telefonumu vermiş, gerekirse aramasını söylemiştim. Bir gün Diyarbakır’dan aradı. Sesi bambaşka diri geliyordu. “Almanya’da duranlar” sözlerinde de durup buna oradan bir çift bacak yollamışlar. Çok iyiymiş, çok rahatmış. Şimdi iş arıyormuş. Oradaki dostlarımın telefonlarını verdim. Onları aramasını, benim de kendilerine telefon edeceğimi söyledim.

Diyarbakır’da iş aslanın ağzında; dostlarım bir iş uyduramamışlar. Kaç kez telefonlaştık Sakızcı’yla, çözüm bulamadık.

Derken, bir akşam Bodrum’dan aradı. Oraya dönmüştü. Hemen Ahmet’in (Feyhan’ın kuzeni, enseye tokat dostum; geçen Mart ayındaki “Üstünüze afiyet, bayramda Bodrum” başlıklı yazımda sözünü etmiştim size) telefonunu verdim. Ahmet de “Sen merak etme, tamamdır!” dedi. İçim rahat etti.

Birkaç gün sonra Ahmet aradı. “Yahu, senin adamın iş beğenmiyor! Kış günü tanıdık bir pansiyonda resepsiyon işi buldum; geleni gideni deftere kaydedecek, yatak-yemek oradan; ama seninki istemedi. Bana barlarda koruma işi bul, diyor! Diyemiyorum ki, oğlum ne koruması, bir itseler direk gibi devrilirsin diyemiyorum!”

Çok kötü oldum. Bunca yıl insanlara yukarı doğru bakan Sakızcı şimdi  insanlara aşağı doğru bakmak ihtiyacıyla yanıyordu ve bunun dışında hiçbir şey düşünecek halde değildi. Çok kötü oldum.

Devam ediyoruz. Yine bigün telefon geldi. “Ankara’dayım, iş bulamadım, param bitti, gelip seni görmek istiyorum” dedi. Rahatsız oldum. Bu çocuk, sakatken kendisinden sakız almadan para verenin bileğinden yakalayan çocuktu. “Çok meşgulüm, söyleyeceğini telefonda dinleyeyim” dedim. Gelmekte ısrarcı oldu. Vaktim olmadığını söyledim. “Peki öyleyse!” deyip kapattı. Ondan sonra da hiç haber almadım.

* * *

Evvelki akşam saat 03 suları, okumayı yazmayı paydos etmişim, dinlenmek için Halikarnas’tan limana kadar Bodrum gecesini bir teftiş edip, kütük gibi sarhoş ve kütük gibi kalın İngiliz komi kızları bizim komiler, bulaşıkçılar, ayakçılar, çığırtkanlar, miçolar nasıl ikisi-üçü birarada yakalayıp, bir yandan dudaklarından öpmeye, bir yandan da barlardan içeri sürüklemeye çalışıyorlar; kızlar da bir yandan zevkten naralar atarken bir yandan da nasıl kurtkapanından kurtulmaya çabalar gibi yapıyorlar, biraz seyredip öyle yatacağız.

Halk Eğitim’in önünden geçerken o kalabalıkta O’nu gördüm. Elinde bir kucak kırmızı gül vardı. Gül satıyordu.

Üç yıl önceki gibi, dizlerinin üzerinde dikelmiş vaziyette…

Yanına gittim, “Yahu sen … değil misin?” dedim, başını kaldırmadan dargın dargın bir “Evet!” dedi. “Peki oğlum, ne oldu bacakların, niye çıkardın?” dedim, önce bir durdu, “Bacaklarım parçalandı” dedi. “Nasıl yani, nasıl parçalandı?” dedim, “İstanbul’da trafik kazası geçirdim” dedi. “Oğlum, senin de parçalanman lazımdı, nasıl kazaymış bu?” dedim, “Ben taksinin içindeydim” dedi. “Peki, bacaklarında kaç paralık hasar var?” diye sordum, bir an durup “Altı yüz milyon. Onun için çiçek satıyoz ya!” dedi.

Bişeyler mırıldanıp uzaklaştım yanından. Ne düşüneceğimi bilemedim. Acaba bir de bu belayı mı yaşamıştı, yoksa bacaklı hayat ona daha zor mu gelmişti, kestiremedim…

Dün akşam baktım, Ahmet kapıya dayanmış, “Hiç dinlemem, satarım kitabını defterini, artık bu gece gezeceğiz” diyor. Zaten sürekli söylenmekte, ulan kaç para profesör mayışı alıyorsan dolar olarak iki mislini vereyim, otur yanımda şu Bodrum’da, roman yaz! diye. Deli mi ne, bütün gecemi yiyecek; bir kadeh viski ikram edip sepetledim, ama âhı tutmuş olacak, gece yarısı gözlerim çok yoruldu, süzüldü kaldı. Tükürdüğümü yalayıp cepten aradım. Buluştuk ve maaile, Ahmet usulü o bar senin, bu kadeh benim dolaşmaya başladık.

Son durak olarak Veli Bar’a giderken, yine Halk Eğitim’in önünde Sakızcı, daha doğrusu Çiçekçi gül satıyordu. “Yahu, sordun mu bacaklarına ne olmuş bu çocuğun yine?” dedim Ahmet’e.

“Bırak birader, sordum tabii, biliyor musun ne dedi bana? Sana ne,  dedi yahu!”

Önceki Yazı
Sonraki Yazı