Ahtamar’da bir tabunun yıkılışı (Radikal Yazı Dizisi 23-26 Eylül 2010)
2/4 – Erivan’da adamın biri bir tomar tapu getirdi, bizim heyettekilerin birinin toprakları da içinde (24-09-2010)
Vali haç meselesini anlatıyor
Vali Münir Karaloğlu anlatıyor: “Hazırlıklara haziranda başladık. Yatak kapasitemizi çıkardık. Gördük ki en fazla 3 bin 600 yatak. Çeşitli fikirler ileri sürüldü, ‘Kredi-Yurtlar’ı açalım’, gibi. Zaten Aziz Bey’le evler işini daha önce konuşmuştuk. Sivil bir inisiyatif olarak gelmişti ve baktık ki çekinmeye gerek yokmuş. Vatandaşın önyargısı korktuğumuz gibi yokmuş. ‘Sadece, hangi ailenin yanında kim kalıyorsa benim haberim olsun, nihayet güvenliklerinden ben sorumluyum’ dedim. Gelmelerini teşvik ettik. Dedik ki, face-to-face [yüz yüze] ilişki başkadır.”
Gazetecilerin herhalde en çok sordukları şeyi soruyorum valiye, Surp [Kutsal] Haç Kilisesi’nin haçını soruyorum: “Restorasyon projesi haçsız yapılmış. 140 kiloluk 2 metre boyunda bir metali koymak düşünülmemiş. ‘Teknik olarak yetişmeyecek, sizin istediğiniz yerde sergileyelim, ayinden sonra koyalım’ dedik. Restorasyon şirketi 45 günde yaparız diyor. Müzeler Genel Müdürlüğü ayinden sonra kubbenin statik hesaplarını yapacak, 1-2 ayda yerine oturabilir sanıyorum”.
Bu yüzden, yurtdışından gelenler kimi rezervasyonları iptal ettiler, diyorum. “Diyasporanın az gelmesinin de faydası var. İki taraftan birinden bir tek çatlak ses çıkarsa kötü olurdu. Bundan sonrasına zarar verirdi. Bu bir ilk; sorunsuz geçirmemiz lazım. Gelecek yıllar daha iyi olacaktır”.
Değişik görüşler de var
Yıllar önce e-postayla tanışmıştık ve hep ilişkide kalmıştık Van Devlet Tiyatrosu Müdür Yardımcısı Cem Düzova’yla. Beni Mülkiye’de ziyarete de gelmişti. Burada da uçağa geldi. Her yere onunla gidiyoruz. Şimdi Prestij gazetesindeyiz. Evlerde kalma konusunu açıyorum, sahibi Ferit Hayva değişik şeyler söylüyor:
“Bu evlerde misafir etme meselesinde biraz acele edildi. Tek bir olumsuzluk, süreci baltalar. Ayrıca, ev sahiplerine bir laf gelebilir. Dil sorunu var. Geçenlerde turist olarak gelen Hollandalı çifti misafir edip bir odaya yatak sermişler, ertesi sabah öğreniyorlar ki kardeş bunlar! Yoksa, bu ayin meselesi çok olumlu. Müslümanların hacca gitmesinin bir yıl engellendiğini düşünün! Çünkü Ahtamar bir hac farizası. Bizim yapmamız gereken, acele etmeden, 100 yıl geriye gidip konsoloslukların bulunduğu, Amerikan lisesinin öğrenci yetiştirdiği, gazetelerin çıktığı, yüz bin nüfusun uyum içinde yaşadığı Van’a geri dönmek”.
Ermenistan’la temas meselesine değiniyorum, diyor ki: “Kapının açılması çok olumlu olacak. Fakat şu anda Karadenizliler pahalıya mal satıyor. Kapı açılırsa ucuzlayacak. Kapının açılmasını isteyecekler mi? Diğer yandan, geçen gün Erivan’a gittik, konuşurken adamın biri bir tomar tapu getirdi. Bir baktık, bizim heyetten birinin toprakları da içinde!”
Evinde biri Türkçe bilen dördü bilmeyen beş Ermenistanlıyı misafir eden Cemal Bey’le konuşuyoruz, o da zorluklara değiniyor. Diyor ki: “Bizim bu çabalarımıza Erivan’dakiler olumsuz bakıyor. AB’ye girmek için, kamuoyundaki soykırım tartışmalarını azaltmak için, uluslararası kurum ve kuruluşlara şirin gözükmek için yaptığımızı söylüyorlar”.
Ayine olumlu bakanlara ve evlerini açmak isteyenlere önyargıyla yaklaşan var mı? “Önyargı mevcut. Eğitim seviyesinin düşmesiyle ve apolitik olmayla artıyor, siyasi çevrelerle mesela BDP’yle ilişkisi olmayla kırılıyor. Bir de, zengin zümre Özvanlılar [Van’da Kürt olmayanlar + Azeriler] olumsuz yaklaşıyorlar. Önyargının azalmasını, Kürtlerin de acı çekmesine ve dolayısıyla empati yapmasına bağlayabiliriz”.
Duvarda ayet, Kâbe, Kur’an…
Koruma polisi arkadaşım Barış enine boyuna gencecik bir adam. O zıpkın gibi ama, benim pilim tükendi. Ne yemek ne tuvalet gelmiş aklıma, akşam olmuş. Her gittiğimiz yerde bir yudum almaktan içimde çay ağacı çıkmış. Yoruldum. Acıktım. Bir duble rakı saatim geldi. Aris (Nalcı; Agos sorumlu yazı işleri müdürü) akşam ‘bir evin bahçesinde’ yemek yiyeceğimizi söylemiş ve başkaca bir şey de dememişti. Hadi hayırlısı derken yine Cem arabasıyla geliyor ve çıkıyoruz yola. Van’da caddeler alt-üst. Her yer inşaat. Zıplaya zıplaya şehrin biraz dışında bir mahalleye varıyoruz. Bir ev. Bir merdiven. Bizden önce gelenler olduğu, merdivenin altındaki ayakkabılardan belli. Tırmanıyoruz. Salon boş. Tertemiz. Beyaz yaşmaklı bir anneanne seccadesini henüz toplamakta. Demek ki ayakkabılar ev sahiplerinin. Duvarda Kâbe resmi, dualar, Kur’an.
Sedirlere sıralanıyoruz. Feyhan kulağıma eğilip uyarıyor: “İçki bekleme!” Arkamızdan diğer misafirler sökün ediyor. Diyarbakır Sur Belediyesi Başkanı Abdullah Demirbaş. Boston’da bir ay boyunca her gün gelip bizi gezdiren, benden beş yaş küçük gösterip on yaş büyük olan, babasının memleketi ‘Gayseri’ye her yıl minimum iki kere gelen Harry Parsekian. Van Times’dan Aziz Aykaç. Venedik Üniversitesi’nde ilahiyat profesörü İstanbullu Boğos Zekiyan. Bunlar ilk gelenler. Hemen koyu bir sohbet başlıyor. Çok sevdiğim Boğos, söz nereden çıktıysa, anlatmaya başlıyor çocukluğundan:
“40 yıl kadar önce, Avrupa’da çocukların tek dilli yetiştirilmesi fikri vardı. Çokdillilik, bir AB olayıdır. Oysa İstanbul’da annem-babam benle Ermenice konuşurdu, Ermenilerin pek yaşamadığı Tarabya’da oturan ve dolayısıyla Rum mektebine gitmiş olan babaannem de Türkçe. Ben de onlara öyle cevap verirdim”.
Burada kalsa, kalmıyor Boğos. Devam ediyor: “Yalnız, babam tembih ederdi sıkı sıkı, sokakta bizimle Türkçe konuşacaksın, diye. Ben alışmışım, yine Ermenice konuşurdum annemle babamla sokakta. Annem daha cesurdu ama, babam çekinirdi. Polisten korkardı. ‘Polis gördün mü yolunu değiştir’ derdi. Ben konuşunca tramvayda, parmaklarımı sıkardı Ermenice konuşma diye”.
Yarabbi, nasıl utanıyorum çoğunluktan olmaktan! Çok iyi bildiğim şeyler olduğu halde, bunları şimdi tekrar duydukça yerlerin diplerine geçiyorum. Nasıl utanıyorum, farklı dinden vatandaşını “Vatandaş! Türkçe Konuş!” rezillikleriyle bu hallere düşüren bir devletin vatandaşı olmaktan! Nassıl utanıyorum ama, nassıl!
…ama bahçede çilingir sofrası
Yeryüzüne dönelim, çünkü artık merdivenden aşağıya doğru sıra sıra tencereler geçmekte önümüzden. Gelinler çatal-kaşık, tepsi tepsi bardak taşımakta. Zaten aşağıdan seslenecekler, “sofra hazırdır, buyurun” diye. Bahçeye ineceğiz ve uzun, rengârenk bir ‘Halil İbrahim Sofrası’yla karşılanacağız ağaçların altında. Üzerinde bol yeşillik, kavun, fındık fıstık, otlu bulgur, enfes ot kavurma, daha bir sürü şey. Meğer burası Van Times’ın Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Nezir Parsak’ın eviymiş. Üç oğlan kardeş koca bahçeye birer ev yapmışlar; bu onlardan biriymiş. Agos ekibi de otele gitmemiş, burada kalırmış. Yellenen mangalların yanından geçerek oturuyoruz masaya. Bir yanımda Cem, bir yanımda Harry Abi. Feyhan tuvaletten geliyor, yerine oturmadan kulağıma eğiliyor, kendini yalanlıyor: “Ağacın altı rakı, daha bir sürü şişelerle dolu!” Agosçular getirmiş katkı olarak.
Zaten gelip sormadalar: “Ne içersiniz?” Rakı var, votka, bira, cin bile. Rakı içenlere ince belli çay bardakları getiriliyor. Aynı anda enfes, dumanı tüten bir ayran aşı servis ediliyor. Altını onunla yapıyorum mübareğin. Harry Abi de bayılıyor bu ilk defa yediği şeye. Bu adamın Boston’da doğduğuna beni kimse inandıramaz. Ama sorulmadan bir kâse daha konunca önüne, şaşalıyor: “Ben bunu yemiştim ama?” Bana kalmadan başkaları cevap veriyor: “Hepsini yedin, dibinde bırakmadın, azıcık bırakacaksın”. “Yaa?” diyor Harry Abi; yeni bir şey daha öğrenmenin heyecanı içinde. O sırada, tabii, önce et, arkasından köfte, arkasından tavuk, ızgaralar sökün ediyor. Sonsuz miktarlarda…
Sonuç: Her bişeylerden biraz fazla kaçırmışız. Yatarken Feyhan’ın verdiği Alka Seltzer’e rağmen sabahleyin ancak iki C-vit ve bir bardak efervesan aspirinle kendime zor geliyorum. Bugün büyük gün! Ahtamar açılıyor!
1/4 – Ermenileri Kürt evlerinde misafir etmenin mucidi (23-09-2010)
2/4 – Erivan’da adamın biri bir tomar tapu getirdi, bizim heyettekilerin birinin toprakları da içinde (24-09-2010)
3/4 – Bilmiyorum kiliseye girer miydi ama Hrant görse çok mutlu olurdu (25-09-2010)
4/4 – ‘Ahtamar’da tipik bir AKP klasiği (26-09-2010)