Baskın Oran

Zor yazı

Yücel Sayman

Onun öleceği, benim de ona bi post mortem yazacağım hiç gelmemişti aklıma.

Üstelik, hayatımda tanıdığım en radikal, en aykırı, en feminist erkek, özgürlükçü anlamında en liberal, en kadife gibi yumuşak, en inatçı insanı anlatmak kolay iş değil. Zaten Yücel de İstanbul Hukuk’un kendisi için çıkardığı Armağan’a yazacaklara demiş o zamanlar: “Musalla taşı söylemine kaçmayın!

Sadece şunu söyleyip bile bırakabilirim aslında: Ben, düşünce ve ifade özgürlüğünün sınırlanamayacağını ondan duyup öğrendim.

***

1978 yazı olmalı. Bir arkadaşımı görmek için İstanbul’a gideceğim, Mülkiye’de benden iki yıl sonra mezun Cengiz’le (Çandar) konuşuyoruz. Dedi ki; Yüceller Şifa’daki yazlıkta kalıyorlar, Moda Kort apartmanındaki daire müsait, orada kalabilirsin.

Tanımıyorum etmiyorum, ama Cengiz 12 Mart 1971 faşizmi günlerinde kaçmak zorunda kaldığı Cenevre’de 1973’ten tanıyormuş Yücel’i, peki dedim bi bildiği vardır diye.

Dedim ama, Yücel konusundaki ilk hayretimi de yaşadım. O zamanki (şimdi merhume) eşinin babası anlaşıldığı kadarıyla önemli bir koleksiyonermiş, evdeki camekanların içinden tek bir tarihî parça alıp da satsan temiz iki yıl bey gibi yaşarsın; öylesine.

Anahtarı verip Şifa’ya döndüydü. Tanışmamız böyle oldu.

Sonra, Ecevit 74’te başbakan olduktan sonra yurda dönebilen Yücel’in doçentlik sınavı (kolokyum) için Ankara’ya gelmesi gerekti. Ben de o sırada Mülkiye spor salonunun arkasındaki tuvaleti içinde tek odalık asistan lojmanlarında kalıyorum, bende kaldı. Kolokyuma çalışarak ve dinlenmek için köpeğim Bokser’le altlı üslü oynaşarak…

Unutmadan: Bi baktım hazretin ayakkabısı delik (hey gidi Hrant kardeşim heeey), hadi o önemli değil, üstü de yırtık. Zorla, ama hakikaten zorla Ulus’ta Sümerbank’a götürdüm, öyle doçent oldu yani…

***

Zaman içinde olağanüstü kaynaştık Yücel’le. Hani, ten uyumu benzeri bişey. Belki de çok benzeşen yönlerimiz ve birbirini tamamlayan farklılıklarımız olduğu için.

İkimiz de farklı şehirlerde ve biçimlerde toplumsal mücadele içindeydik. İkimiz de 12 Mart ve 12 Eylül faşizminde üniversiteden atıldık ve hukuk mücadelesi verip döndük. (Yeri gelmişken; şimdiki “sivil vesayet” döneminin aksine, o “askerî faşizm” dönemlerinde yargıya başvurup göreve dönebiliyordun; yani hukuk diye bir şey devam ediyordu.) İkimiz de para işinden hiç anlamazdık, karnımızı doyurup akşamları iki tek atabildiğimiz ve bi de kitap alabildiğimiz sürece.

Diğer yandan, ben ağzıma hayatımda sigara koymadım, bu maşallah 4 pakete bana mısın demezdi. Hatta Aralık 2013’te ağır bi zatürree geçirmeden önce 5 pakete, hatta sabahlayarak çalıştığı gecelerde 7’ye çıkmışmış son eşi Hacer’in söylediğine göre. (Unutmadan: Bi seferinde İstanbul’a dönüyor, Esenboğa’ya götürüyoruz, arabanın içinde kibrit kullanmadan tüttürüyor yine, o soğukta pencereyi mecburen açmak yüzünden şifayı fena kapmıştı tüm arabadakiler.)

Ben hep tek tabanca oldum, Yücel örgütçü oldu. 12 Mart faşizmi yüzünden gittiği sürgünde hâlâ yaşayan Doğan Özgüden, o sıralarda Doğu Perinçek’in Aydınlık çevresinin kurduğu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü partisi TİİKP’ye yakın olduğunu söylüyor Yücel’in

Hayretle sormuştu: “Siz yardım ettiğiniz kişileri kendinize bağımlı kılacak hiçbir şey talep etmiyor musunuz?” Bunu bir devrimci görev bildiğimizi, fark gözetmediğimizi söylediğimizde, “Bizim harekette farklıydı da… Kendisine sahte pasaport sağlanan kişi hep hareketin kontrolüne tabiydi, pasaportu kullanır kullanmaz parti sorumlusuna iade etmek zorundaydı” diye yanıtlamıştı.

Böyle böyle inşa etmiş olmalı Yücel liberalliğini, özgürlükçülüğünü…

***

Ben hayatı hep ciddiye aldım. Hatta fazla ciddiye. Özgürce araştırıp yazabilmek için akademik aşamaları zamanında geçmeyi önemsedim. Yücel ise maytaba aldı hayatı. Adamı zorlaya zorlaya mecbur ettiydik profesörlüğe başvurmaya.

Öyle bi maytap ki, Şubat 2020’de akciğerde 3 cm çapında bir tümörle başlayıp karaciğere atlayan hastalık sürecini bu 30 Ekim’deki son Evrensel yazısında şöyle anlatıyor ve aynı zamanda sol örgütlerle de gırgırını geçiyordu:

İki üç gün için hastaneye yattım. Altı hafta geçti, taburcu edilmedim. En azından bir hafta daha, özel odada da olsa hastanedeyim. Taburcu olmayı beklerken tezkere bıraktım.

Bir hastane odasında bu kadar uzun süre ciddi konularda konuşulmaz, tartışılmaz, yazılmaz. Hastane odalarının keyfi, ciddiyet bulamaçlı zevzekliklerdir. Yıllar öncesinden tanıdığım bir arkadaşımın da kanser olduğunu öğrendim. Telefon ettim, önce hastalığın ciddi yönlerini konuştuk. Sonra, “Gençliğimizde devrim yapmaya çalıştık, beceremedik, şimdi kanserdaş olduk: Gel KDD’yi kuralım!” dedim.

“Nedir o?” diye sordu,

“Kanserdaşlar Demokratik Derneği” dedim.

“Olur, ama adını KDDD (Kanserdaşlar Devrimci Demokratik Derneği) koyalım” dedi.

Sonunda KDDDD (Kanserdaşlar Devrimci Demokratik Dayanışma Derneği) üzerinde mutabakat sağladık. Arkadaşımı kadın olduğu için dernek başkanı, üçüncü bir üyemiz bulunmadığından beni de dernek eş başkanı seçtik.

Bana telefonda demişti, bir avukat arkadaşına da söylemiş: “Salak kanser hücresi! Beni öldürdüğünde kendisinin de öleceğinin farkında değil!”

***

Kendi kendisiyle dalga geçmek anlamında maytaba almıştı hayatı; yoksa yaptığı işler anlamında ne gezer. Mesela 1996-2002 arasındaki İstanbul Barosu başkanlığı sırasında, sonradan o anıtsal Anneannem kitabını yazıp Ermeni kökenlerini açıklamış olan Av. Fethiye Çetin’in sözcüsü olduğu Azınlık Hakları Çalışma Grubu’nu kurmuş, saldırılara karşı göğsünü siper etmişti.

Assos’ta 10 yıllığına bir deniz feneri kiralayıp deniz fenerleri kütüphanesi kurmak benim hayatta aklıma gelmezdi mesela.

***

Bitireyim artık göğsüm daralıyor. Şöyle bitireyim: Eşi Hacer 24 saat yanındaydı. Görülmedik bir şefkat ve aşkla. Yanında da Yücel’in çocukları Yaprak, Yusuf, Can.

Artık yapacak bişey kalmadığı için Şişhane’deki eve çıkmışlardı. Onu mutlu eden gündelik telefonları mesaja dönüştürdük rahatsız olmasın diye. Saat 18.15’te son nefesini verdiği gecenin sabahı Hacer’in mesajı: “20.00 sularında almaya geldiler, vermedim.  Son geceyi koynunda geçirdim. Sabah 8’de yolcu ettim sevgilimi…”

***

Hakkını vermeliyim: Bakan F. Koca’nın kurduğu ve Yücel’in emeklilik sonrası hocalığını yaptığı Medipol Üniversitesi önce iyileşmesi, sonra da acı çekmemesi için ne lazımsa yaparak öyle götürdü sonuna kadar. Şu jesti de ihmal etmeyerek:

Yücel son zamanlarda kahvaltı hazırlamayı bir ayin haline getirmişti. Efesli hemşerimiz Herakleitos’un “Aynı nehirde iki defa yıkanılmaz”ından mülhem olarak “Aynı servis tabaklarında iki kere kahvaltı edilmez” diye de tutturmuştu. Hacer’e her sabah çektiriyordu kahvaltının resmini. Bu resimler ikilinin imzası ve Yusuf’un kapak fotoğrafıyla Medipol Üniversitesi Yayını olarak Kasım 2020’de çıktı. Günaydın Yaşam – ‘KoronalVirüs’ ve ‘KanserolHücre’li günlerde kendine yabancılaşmamak…” adıyla.

Önceki Yazı
Sonraki Yazı